20 Temmuz, 2007

PATİKA DERGİSİ 58.SAYI ÇIKTI






Kapak Resmi: MUSTAFA AYAZ.

İnceleme-Araştırma: Türk ve dünya romanında ilk kez kullanılan iki teknik “İç monolog-Bilinç akışı” ve Recaizade Ekrem’in araba sevdası romanı MÜNEVVER OĞAN,

Küresel sıcak anlatım İLHAMİ ÜNVER,

Sait Faik ‘Şiir-gibi-Öykü’mü yazdı? ÖMER DEMİRCAN.


Deneme: Feke’den esintiler HÜSEYİN İÇEN,

Yazarlık bilinç ve sorumluluk gerektirir OSMAN BOLULU,

Edip Cansever’in daktilosu ONUR CAYMAZ.


Çeviri Şiir: Aztek (Kızılderili) şiiri NİCE DAMAR.


Öykü: Kirpi SERAP GÖKALP.


Şiir: Annem ve gökyüzü ENGİN TURGUT,

İğrenç tuzak MEHMET KIYAT,

Ot hızlıdır ULUER AYDOĞDU,

İsli TANER CİNDORUK,

Avucunda harlanan İLHAN KEMAL,

Kiraz, Doku YAVUZ ÖZDEM,

Hep denemeli ERTUĞRUL ÖZÜAYDIN,

Calculus MUSTAFA ERGİN KILIÇ,

Balad ZEKİ YARAMAZ,

Son bakışta Meduza SERHAT CELÂL BİRDAL,

Gece çağı BAHRİ ÇOKKARDEŞ.


Söyleşi: Şiirin İstanbul Beyi, şiirin deniz feneri Hüseyin Avni Cinozoğlu’yla söyleşi MUSTAFA ERGİN KILIÇ.


Gezi: Kiev’le karşılaşma ALİ YILDIZ.


Kitap Tanıtımı: Arzu Alkan’ın “Lacivert Yazılar”ı üzerine… MUSTAFA FIRAT.

Nur Sicimoğlu’ndan gecikmiş bir yıldırım telgraf: Peykede sus HÜSEYİN AVNİ CİNOZOĞLU.


Günce: Bahar günlüğü ERTUĞRUL ÖZÜAYDIN.

Karikatür: NEZİH DANYAL.


Desen: NAZIM ÖZÜAYDIN.


Fotoğraf: SALİH GÜLER, GÖKTUĞ CANBABA, ESRA ERİŞKEN.

DOSYA: S A Y G U N 100 Y A Ş I N D A
Dosya Editörü: SERDAR ONGURLAR
Tarihlerle Saygun Derleyen: YASEMİN ESRA DOĞANCI,

Çoksesli müziğimizin ulu çınarı: Ahmed Adnan Saygun SERDAR ONGURLAR,

Ulusal ve evrensel yönleriyle Saygun ÖNDER KÜTAHYALI,

Saygun’un yapıtlarında gençlik yıllarının izleri EVİN İLYASOĞLU,

Bir düşünce adamı olarak Saygun GÜLPER REFİĞ,

Saygun Cumhuriyetin ilk operasını nasıl besteledi? ŞEFİK KAHRAMANKAPTAN,

“Yeni kültür hayatı”na yönelik görüş farklılıkları: Saygun’un 1930’lu yılların ortalarında itibar kaybetmesi YİĞİT AYDIN,

Adnan Saygun’un eserleri Derleyen: ADNAN ATALAY.

96 sayfalık Patika Dergisi’nin 58. sayısı, kitabevleri ve gazete bayilerinde…


Yayın Kurulu* E-posta: patikadergisi@yahoo.com

tarif // AKATALPA/ HAZİRAN 2007

tanımla dedim gökyüzünü
yorgan altından parmakların göründü
kırık ama seni tam gösteren
çerçevesinden taşan ayna yüzünü

daha kuşlar demedim ki
neden çıktı topukların
sözcüğün ağrısını alan
kendi halinde göl omuzların

ah kaç senedir saçlarının kiriyle yatmakta
yastığında dudaklarını dinlendiren yorgan

bu şehir sende başladı sende bitti
sende büyüdü bu sokak caddeye

af ter // DELİLER TEKNESİ/ HAZİRAN TEMMUZ 2007

yuvada büyürken küçülürmüş çocuk!

akşam yemeklerinde hep aynı kaza kara şimşek
hep var olan ama bende hiç olmuş anne
kokusu bu kurtlu tarhana tarh ana değil!
daha tadına gelmeden adına muhalif olduğum musakka

kalorifer soğuğu çocukluğumun ağrıyan soluğu
ay soluğu odaya vuran
hangi ranzaya uzanacağını şaşırmış battaniye
her şeyin içini göstermekten yorgun
camlara asılmış buhran
çamaşırlar için kuru temizleme sesi kısık rüzgar!
som bir aşk şarkısı çalamadan pili biten radyom
ben kendine dom dom
kurşunu tekrar tekrar
yaşamaya şarj olan

yastığın altına sakladığım saçlarım gibi
kesilip kesilip büyüdü her şey
bende çürük bir kalp

düş kurayım derken kıran
bir adam oldum sonra
bir tas su kadar beceriksiz
tek başına dökülemeyen
leğendeki su kadar korkak
sürekli sessizliğini dinleyen

HAYDAR ERGÜLEN KİTAPLARI OKUMUŞ...

“Mustafa Ergin Kılıç’ın kitaplarından önce şiir dosyalarını okumuştum. Her dosyasıyla ilgimi çeken bir şair oldu. Galiba en sevdiği dil, şiir dili. Kelimelerle halvetinin hiç bitmemesi, onlardaki anlamı iyice açığa çıkarma çabasının yanı sıra, onlara yeni anlamlar yükleme isteği de özellikle dikkat çekici. Kelimelerle ne zaman sevişip ne zaman savaştığımızı ayırt etmek doğrusu pek kolay değildir. Zaten Kılıç'ın şiirleri de bunu kolaylaştırmak için yazılan türden değil. Şiirin kelimelerle yazıldığını bilen bir şairle karşı karşıyayız. Hem kelimelerin büyüsüne kapılmayan bir şiir de yeterince çalışkan bir şiir sayılmaz. Mustafa Ergin Kılıç'ta bu çalışkanlığı gördüm. Bu özenli tutumunu sürdürdüğü sürece onu hep iyi bir şair olarak okuyacağımıza inanıyorum."

MURATHAN CARBOGA GORUS

Mustafa Ergin, yeni bir şiir yazıyor. Şiiir ortamından yükselen ortak bir ritim, ortak bir ses vardır ya. Mustafa'nın bu tek düzeliği aştığını düşünüyorum. Onun şiirleri kendine özgü, yeni bir şiir, iyi bir şiir. Kutlarım.

EMRE GÜMÜŞDOĞAN NE DEMİŞ

Şiir sözcük işçiliğidir denir. Yarıbeline kadar girmiş zemini kaygan söz ortamına elmas arar gibi uygun sözü sözcüğü arıyor Mustafa Ergin Kılıç.

Sözcüğü bulmakla yetinmiyor, onu yontuyor, cilalıyor, başka ışık ve anlamar yükleyip şiire yerleştiriyor. İşte şiirlerini okuduğumuzda prizmamızdan geçen sözcüklerin bol ışıklı, bol çağrışımlı olmaları ve belleğimze kodlanmaları bundandır. Şiiri okuyup bitirdiğimiz halde iç dünyamızda spotların yanıp sönmesi, slayt gösterisinin sürmesi bundandır.
Şiirine biçim - biçem, ses - anlam dengesini her zaman tutturmayı başarıyor.

DEM'de yayımlandı "yaralı anlam" şiiri. O zamandan bu yana bir şeyler yazmak istedim, notlar aldım. Her seferinde farklı şeyler düşündüğümü, farklı cümleler kurduğumu anımsıyorum. Bugün yazdıklarım da farklı, yarın yazacak olsam yine farklı şeyler yazacağım, biliyorum. Ama yazacaklarım şiir adına olumlu şeyler olacak kesin... Şiir de bu değil mi?

SÖYLEŞİ: HAYDAR ERGÜLEN


“Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm”


1- Öncelikle “Keder gibi Ödünç” kitabınız tüm Haydar Ergülen kitaplarının üzerine çıkmış. Bir yalvaç edasıyla mürekkebini dillendiren bir şairle karşılaştığımı söylemek isterim. Özellikle bu kitaptaki aşka dair yaklaşımlarınız ve yaralayıcı dizeleriniz beni çok etkiledi.

“bilinir de ahmakıslatan da ustalığım
çırak bile sayılmam şu aşk ilminde…”

Yine aynı kitabın bir başka şiirinde,

“pul seni arar çünkü
jeton sesinden geçeni…”

Dizelerinizle artık söylemek istenileni en sade ama en derine işleyerek söylediğinizi gözlemledim. Bu da Haydar ERGÜLEN şiirinin doğası olsa gerek. İmgeleri fazla yormadan, sözcükleri kırıp dökmeden en yetkin şekilde söylemek. İnsandaki gize yaraya gidip gidip dokunmak. Yormak insanı!



Kelimeleri yormak istemem, çünkü onlar 50 yıldır kardeşimdir. İnsan kardeşini yormak ister mi ? Zaten hayatta, yazıda, evde, sokakta yeterince yorduk kelimeleri, kendimize benzettik. ‘İnsan kardeşleri kadar kutsaldır’ demiştim yıllar önce bir söyleşimde, onlar, yani kardeşler ve kelimeler, bizim kendimizi sevmemiz, dünyayı sevmemiz için elimizde, dilimizde, kalbimizde duruyor. Öyleyse bizim de onları kırmadan, yormadan, yıpratmadan sevmemiz, en azından ‘şiir yazan’ insanlar olarak güzelce ağırlamamız gerekmez mi ? Hem insanın kendisinden çok kardeşine güvenmesi, ona itina ve ihtimam göstermesi gerektiğine inanırım. Hal böyleyken, ben de daha fazla yazıp kelimeleri yormak istemem. Evet, onlar bizi yorsun, hem kardeşlerimiz tarafından yoruluyorsak, bu bize dinlenme gibi gelmelidir, değil mi ?



2- Yine Keder gibi Ödünç kitabınızda şu dizelere gittiğimizde de (aslında tüm şiirler insanın kuytularına işlemekte, kuyularına indirip suyun kaldı mı? Diye sordurtmakta ya da ışığın!)

“sütünü bende sakla acıdan taşmış
bir incir gibi içliyim sana…”

“Aramızdan hiç geçmeden gitti
hepimiz gölgesi eder miyiz bir ikindinin?”

Şiirlerinizdeki o naif yanı, dizelere sinmiş içtenliği ve koyulmuş aşkı sarraf inceliğiyle ve sahaf çeşitliliğinde işlemeniz okuyucuyu hep sarsmıştır. Sanki bu kitabıyla Haydar Ergülen şiirinin kümülâtifini almış. İşte toplandım, geldim. Köşe bucak burada, içinizdeyim diyor.

Teşekkür ederim, “Keder Gibi Ödünç” kitabımı ‘içerden’ okuyan biri, bir şair olarak, çok doğru tespitlerde bulunuyorsunuz. Ben bu kitabımın ‘Hayatımın bir özeti’ olduğunu düşünüyorum, bu sizin ‘şiirin kümülatifi’ dediğinizle aynı şey. Hayatımdaki kelimeler, imgeler, insanlar, anılar, şehirler, yolculuklar, arkadaşlar toplanıp gelmişler gibi. Ama hepsi de öylesine sessiz konuklar ki onların kalabalık ettiğini, konukluklarının uzun sürdüğünü söyleyemem. Doğrusu konuğun böylesi yine gelsin isterim, ‘şiirim’in kapısı onlara her zaman açıktır. Öte yandan bu kitapla gelen şiirler benim de en ‘hakikatli’ konuklarım sayılır. Bazıları yıllar öncesinde kalsa da, uzun zamandır görüşememiş olsak da beni unutmamışlar, terk etmemişler, bir ‘vefa’ duygusuyla gelmişler. Bıraktıkları keder yol açtıkları sevinçten daha fazla olsa bile, ben onları “Mutluluk Gibi Ödünç” ya da “Sevinç Gibi Ödünç” duygusuyla karşıladım, kederlerini ve sevinçlerini de birlikte, iç içe yaşadım.



3- 80 şiirine öncülük etmiş bir şair olarak, günümüzde 80 kuşağı şairlerinin son yıllardaki şiir sessizliğini neye bağlıyorsunuz? Mesela ben aklıma ilk gelenler olarak Osman Hakan A., Yılmaz Odabaşı, Nevzat Çelik, Hicri İzgören, Müslim Çelik hatta Enver Ercan’ı sayabilirim (bu isimler çoğaltılabilir). 80 şiirinin miadını doldurduğu konusundaki görüşlere ne diyeceksiniz? Bu bir tepki midir? Yoksa sistemin ve açmazların vermiş olduğu yorgunluğun suskunluğu mu?


80 şiirine ‘öncülük’ etmiş bir ‘şair’ değilim. Bunun üstüme yapışmasından da, üstüme kalmasından da ziyadesiyle rahatsızım. Sanırım 80 şiir döneminin başlangıcındaki ilk dergi olan “Üç Çiçek”i çıkaranlar arasında olduğum için böyle anılıyorum. Evet, 80 şiiri bir ‘dönem şiiri’dir, ne var ki hayli uzun sürmüş bir dönemin şiiridir, gereğinden fazla sürdüğünü de söyleyebilirim. Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle kurumlaşan otoriter yapı , gittikçe ‘sağlamlaşarak’ sürdüğü için bu dönemin şiiri de biraz uzun sürdü. Etkisi açısından olmasa da, süresi bakımından belki II. Yeni’den sonra en uzun süren şiirdir 80 dönemiyle başlayan. Fakat 2000’lerde yazılmaya başlanan şiir artık yeni bir şiiri, yeni bir dönemi haber veriyor. Buna ‘şiir yazan biri’ ve iyi bir ‘şiir okuru’ olarak çok sevindiğimi, çok ümitli olduğumu söylemeliyim. Sanki bu sürecin sonunda, tıpkı II. Yeni’de olduğu gibi müthiş, yepyeni bir şiirin çıkacağını düşünüyorum, dahası okuduğum örnekler bu konudaki inancımı güçlendiriyor. Bu aynı zamanda nihayet 80 şiirinin de sonuna geldiğimizi gösterir. Hem bir şiir akımının ya da döneminin belirli bir süre sonunda pırıltısının, veriminin azalması da doğal değil midir ? Şiirin yasaları da doğanın yasası gibidir, çoğu elenir, azı kalır. Ama 80 şiirinin Türk şiirine büyük katkıları olduğunu da görmezden gelemeyiz. Kim ne dersin 80 şiiri tam bir ‘şiire dönüş’ hareketidir ve şairleri de şiire, Türk şiirine bağlılıkları bakımından ‘Vefa kuşağı’ olarak anılmayı çoktan hak etmişlerdir. Yeter ki şiir akımlarına ve dönemlerine bakarken, gençlik heyecanlarına kapılıp ‘şiirin bizimle başladığı’ yanılgısına düşmeyelim. Şimdilerde yapılan bu. Hem şairlere yakışan bir davranış da sayılmaz bu inkarcı ve yoksayıcı tutum. Bugün okuduğumuz ve ömrümüz oldukça okuyacağımız hangi iyi şair geçmişteki iyi şiir miraslarını inkar ve red ederek kendi şiirini kurabilmiştir ki ? ‘Şiirin sessizliği’ne gelince, adlarını andığınız şair arkadaşlarımızın bazıları zaten az yazar az yayımlar, bazıları da biriktiriyordur diye düşünüyorum. İnceliğinizden ötürü bu ‘şiir sessizliği’ndeki arkadaşların arasında adımı anmamışsınız ama, ben de 2 yıldır şiir yazmıyordum. Bu yıl yeniden yazmaya başladım. Bu sessizliği doğal karşılıyorum. Geçici olduğunu biliyorum. Çünkü bende de öyle oluyor.



4- Yıllardır konuşulan tartışılan Türk şiirinin gelemediği nokta sizce nedir? Nereye gelmek istemiştir de gelememiştir Türk şiiri? Ve neden?

Böyle bir sorun olduğunu bilmiyordum, sorunuz vesilesiyle öğrenmiş oldum. Bu ‘nokta’ neresidir, kim tarafından ve nasıl belirlenmiştir, Türk şiirinin o meçhul ‘nokta’ya gelemediğine hangi ‘yetkili merci’ karar vermiştir ? Bunlar çok ‘muğlak’ ve o ölçüde de nesnellikten uzak ‘iddia’lardır. Tartışma ve değerlendirme bile diyemem. Bu haliyle de takdir edersiniz ki yanıt vermek de bana düşmez. Kim iddia ediyorsa, o meramını söylesin.


5- Hilmi Yavuz’un birkaç yıl once söylediği gibi “Ne zaman Nobel alırız o vakit AB ye gireriz…” sözleriyle ilişkilendirmek istediğim bir konu daha var. Bugün bir Türk romancısının nobel ödülü alması, ilerleyen yıllarda Türkiye’nin Nobelli bir şair de çıkarabileceğine bir gösterge olabilir mi?( Pablo Neruda, Octavio Paz, Odysseas Elitis, Yorgo Seferis gibi). Yoksa kendi içindeki kısır döngüsünü sürdürdüğü iddia edilen Türk şiirinin Dünya Edebiyatında henüz altyapısı oluşmadığı için ya da tanınmadığı için bunu beklemek hayalcilik mi olur?

Öncelikle Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü kazanmasının beni tarifsiz mutlu ettiğini, ‘ama’sız sevindirdiğini söylemek isterim. Türk şiirinin kendi içindeki kısır döngüsünü sürdürdüğü yolundaki iddiaya ise benden önce sizin karşı çıkmanızı beklerdim. Nobel almış ya da almamış hiç farketmez ama, benim gözümde Türk şiiri büyük bir şiirdir, dünyanın da büyük şiirleri arasındadır. Şiirin ‘taşra’ya ait olduğunu söylerim ve daha evrensel bir biçimde de romanın batıya, şiirin doğuya ait olduğuna inanırım. Latin Amerika da doğudur şiir sözkonusu olduğunda, Ortadoğu da, Afrika da, Balkanlar ve Uzakdoğu da. Zaten saydığınız Nobelli büyük şairler de, Pablo Neruda, Octavio Paz, Elitis, Seferis Doğu’nun da büyük şairleridir. Bizden de Nazım Hikmet, Necatigil, Sezai Karakoç, Gülten Akın, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Cemal Süreya, Edip Cansever, Dağlarca, İlhan Berk, küçük İskender...Bu liste elbette uzatılabilir, Türkçenin ve dünyanın büyük şairleridir ve onlar kalbimizdeki Nobel’i çoktan kazanmışlardır zaten.


6- Edebiyatta sınıflamalara karşı olmama ve yalnızca şiire şiir olarak bakmama rağmen, bugünkü Türkiye de hükümetlerle de ilintili olduğunu düşündüğüm, son yıllarda Türk şiirindeki sağa kayma hatta orada konuşlanmanın sebebini neye bağlıyorsunuz?

Bunu bana değil, kendilerini pek ‘sosyalist’, çok ‘anarşist’, dehşet ‘devrimci’, amansız ‘muhalif’ sanan ve sayan arkadaşlara sormalısınız. Hangi şair, üstelik ‘hükümetlerle ilintili’ olarak, muhalifliğinden, yani şiirinden taviz verir ? İyi şiirler ve yazılarla dolduramadıkları dergileri konuşulsun, kendileri de bunun üzerinden prim yapsınlar diye böyle iddiaların ortaya atılması Türk edebiyatında ve şiirinde yeni değildir. Yıllar önce de şimdi adını bile hatırlayamadığım pek ‘muhalif’, pek ‘keskin’ bir dergi, başta Adalet Ağaoğlu olmak üzere Türk edebiyatının kıymetli isimlerinin fotoğraflarını kapağında yayımlamış, üstlerine de birer çarpı atmıştı. İşte bu kadar kolay ! Kendinizden ve müritlerinizden başka kimsenin okumadığı bir dergi çıkaracaksınız, sonra da Türk edebiyatını ve şiirini var eden büyük isimlerin üstüne birer çarpı atacaksınız ! Ve bunu da üç gün sonra vazgeçeceğiniz, o güzel ütopyamız, ‘sosyalizm’ adına yaptığınızı iddia edeceksiniz ! Gel de bunların dersini vermek, hadlerini bildirmek için 80 öncesini özleme ! Yazık ki ne yazık ! Bildiğiniz gibi, birinin ortaya çıkıp ‘hadi tasfiyeci geldi hanım !’ diye bağırmasıyla olmuyor bu işler. Tasfiyeyi edebiyatın, şiirin kendisi yapıyor zaten, öncelikle de bu lüzumsuz çıkışları yapan kifayetsiz muhterisleri ve dergilerini tasfiye ettiğini de unutmamak gerek tabii !


7- Keder gibi Ödünç kitabınızda yer alan “TRENLER DE AHŞAPTIR” şiirinizde geçen şu dizelerinize,

“Suya yakın bir kelime arıyordum
mırıldanmak için ahşabın sessiz derinliğini
denizi anlayan bir kelime arıyordum
ne gemi ne sahil ne mavi…”

kendi şiirlerimden birinin dizeleri ile yanıt vermek istiyorum.

“ve aradığını bulamamak
çünkü aradığını bulamamak iyidir
insan buldukça kaybolur!
buldukça insan harp olur
darp olur insan buldukça…”

Sonra da bir şair neyi arar? Arar da bulamaz hayatta? Hayatında şairde bulamadığı nedir? Diye soruyorum.


Şiiri düşüncelerle değil, kelimelerle yazıyoruz. Hepimizin elinde de eksiği fazlasıyla aynı kelimeler var üstelik. Aynı kelimelerle hepimiz şiiri arıyoruz, denizi anlamak için suya yakın, evi anlamak için sokağa yakın, hayatı anlamak için ölüme yakın ve aşkı anlamak için ayrılığa yakın kelimeleri arıyoruz, yani kendimizi arıyoruz aslında, bulsak ne yapacağımızı da pek bilmiyoruz ya, olsun asl’olan aramaktır. Sizin de şiiriniz de yazdığınız gibi “Çünkü aradığını bulamamak iyidir/insan buldukça kaybolur !” Size katılıyorum.


8- Beş Duyum isimli ikinci kitabımın “mavi tren” isimli şiirinde şöyle demiştim:
“ben seni başka istasyonlarda hiç beklemedim
bilirim kara trenden inmeyeceğini
ama bu gelen siren sesi sığınağa dönüş çağrısı
bu raylar tıkır tıkır kanımdaki demiri işliyor sanki
genleştikçe direkteki teller
rahatlıyor tenime yavrulayan serçeler…”

Eskişehirli olmanızın bir etkisi var mıdır bilmiyorum ama. Sizde tren ve gar imgesi bir önem teşkil ediyor. Yalnızca şiirlerinizde değil, denemelerinizde, köşe yazılarınızda da. Bir tutku mudur bu? Kitabınızın Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara isimli şiirinin şu dizlerine baktığımızda

“Kasvet boynuma girdi ve orada durdu
buharımızla ısınan o koca çocuk
meğer çok kısaymış trenin çocukluğu…”

Trenler ve garlar bir hüznün ifadesi olduğu için mi şiirlerinize bu derece yakışmakta?

Sevgili Mustafa, evet yazdığım şiirlerdeki tren ve gar imgelerinde Eskişehir’in etkisi var, çocukluğu ve saflığı arayış var, şiirin yolculuğuna erken çıkmış bir çocuk olmanın hüznü var, ama daha da önemlisi bütün bunlar ‘taşra’da geçiyor ve benim yazdığım şiirlerin durduğu yer de hep bir taşra garıdır, istasyonudur. Elbette başta eski ve büyük bir taşra olarak Eskişehir’dir, şiirlerimin yola çıktığı, mola verdiği ve dönüp geldiği o istasyon.

(İncelikli ve ayrıntılı sorularınız için size teşekkür ederim. Bazı sorularınızda yer alan kimi ‘iddia’lara biraz ‘sert’ yanıtlar verdiğimin farkındayım. Bu elbette sizinle ilgili değil. Bu iddiaları ortaya atan, yayan ve bundan adeta gizli bir zevk duyan kimi kifayetsiz muhterislere bir yanıt olarak olarak düşünün bunu lütfen. Tren, gar metaforlarını anlayacak yetenekleri, duyumsayacak incelikleri olsaydı, gözlerini bu kadar hırs ve bencillik bürümemiş olsaydı, şimdi ‘tren bizi almadan kalkıyor !’ telaşı ve hırçınlığıyla bir tür ‘yargısız infaz’a ve ‘linç’ eylemlerine girişirler miydi ? ‘Sosyalist’, ‘muhalif’ olduklarını iddia ediyorlar ama, tipik bir ‘faşist’ kafasıyla edebiyatta ve şiirde linç eylemlerinin başını çekiyorlar. Onları da şiirin ve kelimelerin terbiye etmesini dilerim.)

CİHAN OĞUZLA SÖYLEŞİ

Bu kitaba çok geç kaldığımı elime aldığımda anladım. 2004 yılında basılmış ve her kütüphanede bulunması gereken bir kitabı atladığım için kendime kızdım. “Cihan Oğuz, Kendime Savurduğum Hançer, Aralık 2004 Yom Yayınları”.

Bugüne kadar çoktan bir söyleşiyi hak etmiş bu kitapla ilgili Cihan Oğuz’un da görüşlerini almak istedim.


I. Çok sevgili Cihan Oğuz öncelikle incelikli diliniz ve Kendime Savurduğum Hançer isimli kitabınız için sizi tebrik etmek isterim. Türk şiirinde Can Yücel kitaplarından sonra okuduğum en keskin kitap. Ve keskin bir dil. Öncelikle sizi bu dili kullanmaya iten etkenler nelerdir Türkiye’de? Gerçek bir şair duyarlılığı çerçevesinde neyi beğenmediniz de dur demeliyim dediniz?

- Şiirin, tıpkı uzayınkine benzer sınırsız boyutunda, kimi dönemlerde, alışageldiğiniz imgelem ve metafor dünyasından uzaklaşıp, yeni bir evrene kucak açabiliyorsunuz. Bu, bazen sizin özgün seçiminizle, bazen de koşulların sizi zorlamasıyla gerçekleşebiliyor. Sıradan bir tarz benimsemiş ve bu yolda -ilerlemekte değil- gitmekte bir beis görmüyorsanız, eninde sonunda belki şiirin uzayında bir yer bulursunuz, ama ancak o kadar. Yeni bir dünya yaratamazsınız. Şiirde yeni açılımlar oluşturamazsınız. Ve en acısı, kendi dünyanıza hapsolup, bütün bir hayatın o minvalde sürüp gittiğine inanırsınız.

İşte o barikatı yıkabilmek için, “keskin dil” diye nitelendirilen imgeler/metaforlar limanına sığındım. Sığındım, çünkü giderek yapayalnızlaşan insanın ve kendi değerleriyle hesaplaşmasını bir türlü bitiremeyen toplumun üzerine üzerine gelen hükümranlar, kurallar, yasaklar ve baykuşlar sürüsü, beni de sırtımı duvara yaslamak zorunda bıraktı. Üstelik oradaki hareket alanı kısıtlı. En azından şimdilik. Şiirin özgül dünyasında “keskin bir dil”in ne anlama geldiği açık. Silahsız ve korunmasız bırakıldığınız bir ortamda, kuşatmanın tam da ortasındasınız. Etrafınız ateş çemberiyle örülü ama siz akrep değilsiniz. O kimliği karşınızdakiler kuşanmış. Dolayısıyla, iğneyi kendinize değil, o çemberi oluşturan güçlere batıracaksınız. Lâftan anlamıyorlar ama küfür belki kanlarına dokunur.

Buradaki en temel handikap, imgeler ve metaforlar dünyası ile argo/küfür dozajını iyi hesaplayabilmek. Şair bir hesap adamı değildir. Gönlü de, kalbi de, zaafları da, aşkları da hesapsızdır. Ama o hesapsızlıktan düzeyli bir şiirsel yapı çıkarmak da onun aslî yükümlülüğüdür. Can Yücel ile adımın aynı yerde geçmesi bana ancak gurur verir. Ama argo ve küfüre şiirde yer vermekle Can Yücel gibi davrandığım yolundaki görüşlere katılmıyorum. Elbette Türk şiirinde rastlanan her argo deyim ve küfür doğrudan Can Yücel’in adını çağrıştıracaktır; ancak ben kendi özgün tarzımı oluşturmaya başladığım kanısındayım. Ayrıca, Türk romanında küfür ve argo uzun süreden beri yaygın. Vedat Türkali’den Hamdi Koç’a kadar birçok yazarda, üstelik doğrudan küfür olgusuna rastlamak mümkün. Son yıllarda sinemada da küfür hayli revaçta. Bunu doğal karşılıyoruz. Ama şiirde argoya ve küfüre rastlayınca, aklımıza hemen Can Yücel geliyor.


II. Kitabınız söylenemeyenleri söyleme, dile getirilemeyenleri dile getirme gibi özelliklere sahip. Ancak konuları ele alırken her şairin vardığı nokta ve üslûbu farklıdır. Siz neden böyle bir dille konuları ele almak istediniz? Tabir yerindeyse dizelerin birçoğunda küfür etmektesiniz. Bu göndermeleri yaparken küfrü en büyük imge olarak kullanma sebebiniz neydi? Gerçi hepsi yerli yerinde ve çok etkileyici.

- Aslında, son yazdığım “Siperde Fısıltılar” dışındaki şiirlerde küfür yok. Argo söylem var. O şiirde ise, açıkça, “Ölüm amına koyayım senin” diyorum. Bu dize, her ne kadar “doğrudan” ve “irkiltici” gibi görünse de, o âna kadar gelen süreçte, tam bir “kaynama noktasına” işaret ediyor. O noktadaki hesaplaşma, tam bir düello koşulları taşıdığı için, arada küfür olması doğal. Zaten hayatla olan hesaplaşmamızda da küfürün yeri az mı sanıyorsunuz? Romanda ve sinemada bu derece rahatça ve doğal şekilde kullanılırken, iş şiire gelince küfürü garip karşılamak, bana hiç de adil bir tutum gibi görünmüyor. Kendi şiirsel serüvenimde bir yenilik gibi duruyor, kabul ediyorum. Ama onun da gerekçeleri bence makul: Baştan beri, ivmesi yükselen bir şiir yazmaya çalışıyorum. Her şiirde şiddetin ve ‘dokundurma’nın dozu biraz daha artıyor. Tam bir sonraki şiirde o dozajın azaldığı sanısına kapılırken, bir de bakıyorsunuz, meğer o şiir geçici bir gerilim süreciymiş ve esas darbe arkadan geliyormuş! Arada “durulmuş” gibi görünen dizelerse, şeytanî birer “harekât planı” gibi asıl mevziye hazırlanıyorlar. Ama her biri kendi bağımsız dizeleriyle dans ettikleri için, bütünden kopuk okunsalar da ‘mücadeleci’ ruhlarından bir şey kaybetmiyorlar. Nitekim “Kendime Savurduğum Hançer”den sonra yazdığım şiirlerin neredeyse tamamı, o kitaptakilerin ruhuna rahmet okutacak kadar sert.



III. Kitabın genelinden edindiğim bir izlenim de, yeni nesille ve duyarsızlaşan gençlikle aranızın pek iyi olmadığı. “Koy Gö…ne Dünyanın” isimli şiirinde de bahsettiğiniz gibi yeni dünya düzeninden de hiç memnun değilsiniz. “yeni bir rol biçilir oynarsın/ Pinokyoyum pinokyosun pinokyo/ uzar gider bir filmin finali hayatımız gibi boktan/ Yeni yetmeler taşak geçer dilenci kılığında dervişle/ Sanırsın asayı ….. soksan bu kuşak gökkuşağı olacak”


- Yeni nesli ve duyarsızlaşan gençliği, tıpkı kendi yaş grubumu ve öncesini de olduğu gibi, elbette eleştiriyorum. Ama onları anlamaya da çalışıyorum. Hiçbir zaman kendi yaş kategorimi, ya da doğrudan söyleyeyim, 12 Eylül’ün yıktığı kayıp kuşağı en üstün ve en bilinçli kuşak varsayıp da öteki kuşakları hakir görmedim. Muhtemelen, bizden önceki kuşak da en üstün kuşağın kendisi olduğu sanısına kapılarak, bizleri ve öncekileri küçümsüyordu. Bu basit bir kuşak çatışmasıdır ve yaş ilerledikçe kendinden küçükleri hor görme yanılgısını getirir. Ben o konuda herhangi bir komplekse sahip değilim, ayrıca edebiyat soyağacına göre henüz çok gencim. Ama bu tutumum, toplumun yara aldığı noktalarda duyarsız kalanları eleştirmemi de engellemez tabiî ki. Yeni dünya düzeninin dayattığı kuralları ve toplumsal algıları hayatlarının biricik uğraş alanı haline getiren veya tembelliklerine bahane eden kim olursa olsun; ister benim kuşağımdan ister daha geç ya da genç kuşaktan, farketmez, onlara itiraz etmekten çekinmem. Kaldı ki, 1990’lardan itibaren dünya 16-17 yılda nasıl çöktüyse, öyle de düzelir. Kaç yıl veya asır geçer, bu bilinmez. Suyun kaynama noktası ile toplumların kaynama noktası farklı, bunu geç de olsa öğrendik. Yeni dünya düzeninin “Sosyalizm nasılsa çöktü bayramı”, öyle fazla sürecek bir bayram değil. Dibine kadar boka batmışlar, ama ağıt yakmasını beceremediklerinden seviniyorlar. Benim asıl korkum, sosyalizmin de bir gün geri geldiğinde, o alçaklığa bir şekilde bulaşabileceği ihtimali. Çünkü 1990’lı yıllardan itibaren dünyanın anasını öyle ağlattılar ki, açıkçası o yenilginin rövanşını alırken kantarın topuzunun kaçmasından endişe ediyorum.



IV. Bir taraftan “Kim aynı gözyaşını akıtabilir ki iki ayrı gözden” gibi insanı yaralayan dizelere de şiirlerinizin çoğunda rastlamaktayız. Bu dizelerin geçtiği “Lori... Lori...” şiirinizde de Kürt sorununa değinmişsiniz. Nitekim yukarıdaki dize de bunu en güzel şekliyle dillendirmekte. Bu konuda neler söylemek istersiniz?


- Bir şairin yıllarca süren bir acı karşısında duyarsız kalması, en hafif deyimiyle, olsa olsa yanılsamadan ibarettir. Bu topraklarda acının ve gözyaşının getirdiği sonucun, daha çok yoksulluk, daha az özgürlük ve daha yoğun baskı olduğunu anlamak için kâhin olmak gerekmiyor. Bu konuda “dengeli” sözler söyleyerek durumu idare etmek de mümkün. Ama ben o konuda net düşüncelere sahibim. Bir yanda, bir halkın yıllar süren yoksulluğu ve acısı var, bunu görmezden gelemeyiz. Diğer yanda ise küçüle küçüle dünyada nokta kadar kalmış bir ülkenin yüzyıllara uzanan kültürel birikimi duruyor. Hiçbirini üç-beş cümleyle harcamak kolay değil. Cellât ile kurbanın, zaman zaman birbirlerinin rolünü çalarak kucaklaşmak zorunda olduğu bir coğrafya bu.



V. Bu yoğun mesaj içerikli kitabınızda, özellikle “Kalbinin ortasına sağanak gibi yağsa ne çıkar bir okyanus?/ Elindeki oyuncak akordeonuyla o çocuk/ Bilmez misin aslında neyi anlatıyor/ Sesi kısılıncaya, düşleri kanayıncaya kadar seni…” dizelerinde olduğu gibi aşk gerçeğiyle de sıklıkla karşılaşmaktayız.


- İnsanın aşk konusunda kendisiyle olan hesaplaşmasını yapıp, defteri kapatması lazım. Bir daha açılır mı o defter, bilinmez. Yeni denizlere açılmak için, önce boğulmaktan kurtulmanın psikolojisini atlatmak lâzım. Son birkaç yıldır aşk pek uğramıyor şiirlerime. Belki de 5 yaşına yaklaşan kızım Gizil nedeniyledir, kimbilir. İnsan kalbine iki aşkı sığdıramaz gibi geliyor bana. Ama şuna inanıyorum ki, 1990’lı yılların ortalarından itibaren aşk üzerine en güzel yazıları yazdım. Bunların hepsi de edebiyat dergilerinde yayımlandı. (Bkz. www.cihanoguz.com “Şiir Hayat Aşk” bölümü) Hatta, ben Express dergisinde “Aşkın Ömrü Bin Gün” başlıklı yazı yazdıktan birkaç yıl sonra, aynı adı çağrıştıran kitaplar çıktı. Benden sonra aşk üzerine o kadar çok lâf edildi ki, dönüp tekrar geçmişte yazdıklarıma baktığımda, gizli bir gurur hissediyorum.



VI. “Kalbime Kumpas” şiiri, sistemin açmazlarını, devlet yönetimindeki kısırlıkları ve halkçılık anlayışının nasıl tüketilip eskitildiğini işliyor. Bu konuyu biraz daha açmanızı istesem…


- Toplumsal çözülme, en basit insandan hükümranlara kadar herkesi etkiliyor. Biz, öyle kısır şeylerle didişip duruyoruz ki, sonunda geriye dönüp baktığımızda, hoyratça harcanmış yılların ve eskimeye yüz tutmuş kalbimizin iskeleti sırıtıyor. Çünkü içimizdeki canavarla sulh anlaşması yapmayı beceremedik. Kendimize bile güvenemediğimiz için, o şiddet duygusunu nasılsa bir gün işe yarar diye yedekte tutuyoruz. Sonunda da, 70 milyonluk ülkede 70 türlü cepheye koşup duruyoruz. On yıl yerleşik yaşayıp iki yıl gurbette savaşmak, ta Osmanlı’dan bu yana kanımıza işlemiş, genlerimizin kodlarına oturmuş sanki. En basit matematik sorusundan bile Türklüğe hakaret payı çıkarıyoruz. Koskoca profesöre soruyorsunuz: “Geçmişte Arap çöllerine doğru yola çıkardığın 1,5 milyondan 55 bin -sağ- çıkarsa, geriye ne kalır?” Bir şair/yazar için soru bu kadar basit. Ama o 1 milyon 445 bin dolayındaki çoluk-çocuğun, yaşlının, kadının nasıl buharlaştığını açıklayamıyor sana. Hele hele, neden o tarihten itibaren dünyanın dört bir yanında yetimhaneler açıldığını ve ailesini kaybeden onbinlerce çocuğun buralara sığındığını düşünmek bile istemiyor. Bu gerçeğe işaret edebilecek tek duyarlı kesim olan yazarlar ve şairlerse -çünkü tarihçiler kör ve sağır, siyasiler sinsi, devlet adamları hesapçıdır- “ihanet” damgasıyla karşılaşıyorlar. Toplumsal ve kültürel DNA yapımız, yazarların ve şairlerin, tek bir çocuğun gözyaşının bile bütün bir dünyayı parçalayacak kadar değerli olduğunu farketmesinin şifresini çözmekten yoksun.

İşte bu ortamda, bu cehennemde, haksızlıkların boyutları ile şairin kalbi arasındaki o tuhaf sıratta, aşağı düşmemek için, aşağılık hale düşmemek için çabalıyorum. Niçin mi küfür? Herhalde bunun için.

ŞİİRİN DEMİNDE BİR ŞAİR: VEYSEL ÇOLAK



Veysel ÇOLAK: Şiiri konuşmak, insanı konuşmaktır!


“Ayağım takılsa sana düşüyorum yerçekimi sevgili
sarılınca derilerimizi değişiyoruz o kayan yıldızda
şimdi özleyip seni, kendimi kokluyorum”


MEK: Gülten Akın’ın bir şiirinde dediği gibi, “Gurbete eğimli çocuğun / Özleme eğimli olur annesi” dizelerindeki ince zeka duygusu ve bir yaprağın yere düşmesindeki nezaketi görmüşümdür hep Veysel Çolak’ın şiirinde.

Edip Cansever’in “Bu Gemi Ne Zamandır Burada!” şiirinin “insan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine” dizesindeki, insanın iliklerine iliklenen ve iç çekişleriyle doğrultamadığı Eylüllerdeki yürek hissi vermiştir şiirleri hep bana.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Ülkü Tamer bir şiirinde “Mermerin sunduğu damardır şiir /…/ kurşunun çıkışıdır” diyor, bu dizeler de çoğu kez Veysel Çolak şiirini anımsatır bana:


Veysel Çolak, “Mürekkep Zamanlar” adlı on ikinci kitabının (Papüris Y., Ocak 2005) girişinde okuyucuya şu dizelerle sesleniyor:

Gerileyecek yerim kalmadı
Düşerken sarılacağım sensin

Şiirinin en olgun çağlarını yaşayan, derin bir poetik duruşla okuyucuya ulaşan ve her yeni kitabıyla kendisine yeniden tutunmamız için olanak sağlayan, her kitabından sonra, gergefimizde iğne ağrıları, iplik iplik çözülmeler yaşatan ve kitaplarını bitmemesi için usul usul okuduğumuzVeysel Çolak’la şiirini ve günümüz şiirini konuştuk:

Öncelikle son kitabınız Mürekkep Zamanlarla başlamak istiyorum söze. Bu kitapta şiiriniz daha farklı bir mecrada akmakta, ve farklı bir akış sesiyle. Sizin de belirttiğiniz gibi şiir; değişen ve gelişen, diyalektik bir oluşum, diyalektik bir toplamdır. Mürekkep kimi zaman siyah, kimi zaman keskin bir kırmızı ve kimi zaman da mavidir, uzun yıllar kurumayacak gibi. Ben de bir şiirimde “rüzgar dağıtmak için mi eser / kurutmak için mi mürekkebi” demiştim. Sizin rüzgarınızın esiş yönünü biraz daha açarak başlayalım söyleşimize.

Mürekkep Zamanlar kitabının ikinci bölümünün girişinde;

Yara bir başkasında
ama kanayan benim!

diyorsunuz. Bize hep kendi yaramızla kendimize kanamamız öğretildi. İnsan başkalarını yaşamak için mi gönderilir hayata? Öznenin kendini yaşatmaması ne demek oluyor?

VÇ: Zor sorular bunlar. Umarım, yanıtlamaktan bıkmam. Çünkü yaklaşım biçiminiz, bir deneme yazmayı gerektiriyor. Böyle de olsa şunları söyleyebilir hemen: Önce yazdığım şiire sevgiyle yaklaştığın için teşekkür ederim. Senin davranışından yola çıkarak, insanı bütün yönleriyle açıklayabiliriz. Evet, yara başkasında ama kanayan ben oluyorum genellikle. Çünkü insanlaşmanın bir ölçütü olarak görüyorum bunu. Hem, her insanı bir başka insan açıklar daima. Daha doğrusu bir insana anlam verebilmek, diğerinin anlamıyla doğrudan ilişkilidir. Yoksa, dağların kuytuluk bir yerinde açıp ve sonra da solan bir çiçek olmanın ötesine geçemezsiniz. Başkası için var olamayan, hiçbir zaman kendisi için de var olamaz. Bunun tersi de doğru; ama toplumsal yaşantı söz konusu olduğunda ötekini öncelemek daha insanî geliyor bana. Bu nedenle de kendimi öyle kuruyor ve yaşıyorum. Bu, aynı zamanda, sınıflı bir toplumda kültürel, ideolojik bir içerik, bir tavır da taşıyor. Zincirlerinden başka hiçbir şeyi olmayanlardan birisiyseniz, yaşamınızı onlara adamaktan başka çıkar yolunuzun olmadığını bilmek, o bilinçle yaşama sahip çıkmak durumundasınız. Benim yaptığım bu. Önemli olan, hep beraber diyebilmek. Şiirin, bütün sanatların amacı da bu değil mi? Yani insanî erdemleri yaşanır kılmak değil mi aslolan? Durum hiç de o kadar karmaşık değil. “Ben, senim.” diyebiliyorsanız; bu duyarlılığa, bu bilince sahipseniz sorun kalmaz sanırım. Çünkü, kimse kendine kötülük yapamaz; böylece başkasına da kötülük yapamaz olur. Önemli olan bunun kavranması, yaşam biçimi haline getirilmesi. Empati diyorum anlayacağınız. Bu insanî derinliğe ulaşmadan iyi şiirlerin yazılabileceğine de inanamıyorum. Bu, bireyin kendini yaşamaması değil. Tam tersine, bireyin başkalarına sahip çıkarken kendine ve geleceğine sonuna kadar sahip çıkması anlamına geliyor. Doğru kavrayış da bu olsa gerek.

MEK: Veysel Çolak olarak günümüz şiiri üzerine yazdığınız yazıların, edebiyat dergilerinde yayınlanan eleştirilerinizin, hazırladığınız şiir yıllıklarındaki tespitlerinizin doğruluğuna karşın, bazı çevrelerce nesnellikten uzak, sevgisiz yaklaşımlarla eleştirilmektesiniz. Tüm bu eleştirilere rağmen, Türk şiirindeki yapı taşlarından birisiniz ve şiirin kimyasını da iyi bilmektesiniz. Bunu ben değil, belirleyici olan ve her şeyin altını çizen zaman söylüyor.

Şiirimizi işgal eden kaoslarla sık sık mücadele eden ve bugün en çok eleştiren ve eleştirilen! şairlerden biri olmanızdan yola çıkarsak; bu çevreler için hem üzüm yiyorlar, hem bağcıyı dövüyorlar diyebilir miyiz? Bu durum, sizi ve şiirinizi yoruyor mu?

VÇ: Bak, bilen biliyor. Hiç tanışmadığımız halde yazdıklarımdan yola çıkarak olumlu “şey”ler söylüyorsun benim için. Buna ben içtenlik diyorum. Şiir, konuşuyoruz. Bilinen odur; ki şiiri konuşmak, insanı konuşmaktır. Özellikle Türkiye’de bu, kesinlikle böyledir. Çünkü Türk şiir tarihi, Türkiyeli insanın ve Türkiye’nin tarihidir. Böyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. İşte bunun bilincinde olmak gerekir. Ama başarılamayan da bu. Sorunlar da bundan kaynaklanıyor ve besleniyor zaten. Öncelikle şiirin kimsenin malı olmadığı anlaşılmıyor nedense. Bir şiir yayımlandıktan sonra, artık o, düşüncenin bir nesnesidir. Üzerinde düşünülmeyi gereksinir. Çünkü şiirle (diğer sanatlarla da) bir toplumun estetik düzeyiyle doğrudan ilişki kuruyorsunuz, ona müdahale ediyorsunuz demektir. Bu bilinçle, Marks’ın “mükemmel olmayan bir şiiri insanlara götürmenin suç olduğunu...” hep göz önünde tutacaksın. Yani kariyerizmden, popülizmden, uvriyerizmden, opotünizmden arınarak; kendinden yana değil, senin olmasa da, şiirden yana bir tutum geliştireceksin. Ben bunu başarmak için kendimi görevlendirmiş bir adamım. Şiire ilişkin yazdığım yazılarda, kurmaya çalıştığım şiirlerde hep bunu gözettim. Yani, özenle şiirden yana olmanın savaşımını verdim hep. Benim gibi bakmayanlar, yani şiirden yana olmayanlarla ayrı düşmem doğaldır elbette. Onlarla yeterince şiirden yana tartışmalara giremediğimi de biliyorum. Çünkü bir tartışma zemininin oluşması da öylesi kişiler tarafından olanaksızlaştırılıyor. Tartışmak, herkesin bildiğini getirmesi; o bilinenler çevresinde, doğruyu bulmak çabasıdır. Bizde böyle işlemiyor bu. Tartışmak ediminden herkes, galip gelmeyi anlıyor. Ortaokul münazaraları gibi yani. Daha kötüsü, tartışmak eylemliliğinin, şimdilerde, bir reklam olanağı gibi görülmesi. Ad duyurmanın iğrenç bir biçimi. Görünen bu. Elbette bu işleyişten hoşnut değilim. Çünkü, çok zaman yitirilmesine neden oluyor bu. İvedilikle yapılması gereken birçok çalışma, ertelenmiş oluyor. Birlikte düşünmenin olmadığı yerde büyük açılımların oluşması olanaksız. Bu görülmüyor. Oysa, dünyada tek üretilemeyen, biriktirilemeyen, ertelenemeyen ‘şey’in zaman olduğu kavranılmalı artık. Bu, uyarıcı olabilir belki. Boşa giden onca zaman, belki olumlu bir biçimde dönüştürülür. Bugün, harcanan zamanların nelere dönüştürüldüğüne bir bakarsanız, açılan boşluğu daha iyi görürsünüz sanırım. Bu bağlamda benim de zamanımın çalındığını söyleyebilirim. Onca boş şeyi okumak zorunda bırakıldığım için üzgünüm. Ama yapacak bir şey de yok. Bu, şiirimi neden yorsun ki...? Bir yararı bile oluyor diyebilirim. Düşünmemi, yeni düşünceler üretmemi sağlıyorlar çünkü. Diyalektik bir kavrayışınız, sağlam bir ideolojiniz varsa, bundan bireysel anlamda, karlı bile çıkabilirsiniz.

MEK: “Mürekkep Zamanlar” kitabınızın giriş şiiri “Yara İçinde Yara” da, “saçlarını topla ki boynunda alanlar açılsın” demişsiniz. Bu şiirin oylumlarında gezintiye çıkan genç bir şairin, şiiri tetikleyen aşkı arayışı gibi, şiir aşkı aradıkça, sanki şairdeki anafor yeniden başlıyor ya da şair sönmüş ve yorgun bir volkana kendini hatırlatmadan duramıyor. Şiirlerinizde sıklıkla aşktaki kırgınlığı görüyoruz, ama bir o kadar da aşka bağlılığı. Bunlar şiirinizin ana temasını oluşturmakta. Buradaki tılsım, okuyucu belleğinde bazen iki kıtayı birbirine bağlayan köprüler kadar etkinleşiyor. Şu dizeler sanki aşka olan duruşunuzu daha da bir netleştiriyor.

“Unutmadım herkese bir akarsu borçluyum”, “ben derimi yüzdüm sen soyunurken” dizelerine; “Son Kuşlar” şiirinizde “Hepimizi ancak bir kadın açıklayabilir” demişsiniz. Bir kadını da ancak bir şair açıklamaz mı!.

V.Ç.: Kadınları önemsiyorum, ama öncelemiyorum. Bunun bilinmesini isterim. Evet, her insan bir dünyadır; ama kadınların iki dünya oluşturduklarına da inanırım. Anadolu’da, kadın etinin ağır olduğu söylenir. Çok şeyi anlatır bu. Toplumsal bir birey olarak, ilk karşılaştığımız iktidardır kadın. Anamızla başlayan bu ilişkilenme ömrümüz boyunca sürer. Bakmayın erkeklerin egemen oluşuna. Türk toplumunda kadınların cinselliği de iktidarda olmuştur daima. Kıskançlıkların, töre cinayetlerinin, namus davalarının... kökeninde o cinsel iktidar vardır. Derinliğine okuduğunuzda kadının, kültürel-cinsel iktidarı çıkar karşınıza. Bu ilişkilenmede bir eşitlik kurmak, neredeyse, olanaksızdır. Bu durum, kadını özel kılarken, toplum dışına da düşürür. Sorun da bu zaten. Ben şiirlerimde bu kavrayışı estetize etmeye çalıştım çoğu kez. Çünkü, bu toplumun, en az, yarısını oluşturuyor onlar. Gene biliniyor ki, kadınların yer almadığı hiçbir toplumsal eylem başarıya ulaşamamıştır. Bu bile, benim tutumumu açıklar nitelikte olsa gerek. Ama şunları da söylemek isterim: Türk şiirini konuşmak, Türkiyeli insanı ve Türkiye tarihini konuşmaktır demiştim. Bu açıdan bakıldığında görülen şunlar olsa gerek: Divan şiirine baktığınızda soyut bir kadın imgesiyle karşılaşırsınız. Halk şiirinde ve Hececilerde ise, yanakları pembe, oldukça sağlıklı bir kız vardır daima. Tanzimat şiirinde kadın acınacak durumdadır. Alınıp satılandır, cariyedir çünkü. Servet-i Fünun’da yüzü görülmeyen, ama mendil atılan büyülü bir varlıktır. İncelendiğinde, sözü edilen bu şiir disiplinlerinde kadın o günlerin koşullarında yaşayan kadın değildir hiçbir zaman. İdealistçe tanımlanmış bir kadın tipleştirilmiştir anlayacağınız. Nâzım Hikmet’le kadın, ete kemiğe bürünür Türk şirinde. Erkeğe eş bir konuma taşınır. Kavga arkadaşı olarak algılanır ve önerilir. 1940’lı, ‘60’lı, ‘70’li devrimci, demokrat şairler de Nâzım Hikmet’i izler. Ben bu noktada duruyorum. Kadını kendime denk düşünüyor ve anlamaya, anlatmaya, yazmaya koyuluyorum. Ona değer verdiğim için, kendime değer verebiliyorum. Onu yücelttikçe kendimi yücelttiğimi düşünüyorum. Böyle olduğu için, “Beni bir kadının içine gömün” biçimindeki dizeleri yazmaktan mutlu oluyorum. Kadınla erkeğin eşitsizliğini benim anlamam olanaksız gibi. Sınıflı bir toplumda erkek, kadın, yaşlı, çocuk aynı sistem içerisinde yaşar ve aynı yöntemlerle sömürülürler. Bu, onların dayanışma içerisinde olmalarını gerektirir. Acıyan yanları aynıdır çünkü. Varmaları gereken nokta, kurtuluş yolları birdir. Yazdığım şiirlerle kadının erkekle bütünleşmesini önceliyorum, görüldüğü üzere. Bunu yaparken, kadınları yücelttiğimi söyleyebilirsiniz. Böyle olmasından, kimsenin rahatsız olmaması gerek. Çünkü, kadınlar, bireysel bağlamda düşündüğünüzde erkeklere ılıman bir iklim yaşatır, ayaklarını yerden keser. En güzel onlar okşar saçınızı, en güzel onlar bakar size. Bilinçsiz davrandıklarında da en büyük acıları yaşatırlar erkeğe. Delirtebilirler. Her zaman olduğu gibi Romeo’ların ölmesine neden olur çoğu kez. Bu da bir gerçek. Ama bunun kültürel bir olgu olduğu da unutulmamalı. Kapitalist, emperyalist yapılanma kadını hem kendine hem de erkeğe karşı örgütlüyor. Aşılması gereken bu. O zaman kadınla erkeğin bireysel ilişkisi daha sağlıklı olacak. Bana çektirilen onca acıya karşın, ben bunu yapmaya, bunun bir gün gerçekleşeceğini ummaya devam ediyorum. O yüzden aşk tema’ını işliyorum genellikle. Bunu yaparken, toplumsal ilişkilerini de kuruyorum özellikle. Bir şair olarak, kadınlar beni açıkladığı için ben de onları açıklayabiliyorum kanısındayım. Kadınları seviyorum anlayacağınız üzere.

MEK: Dergimiz Patika’nın bir sonraki sayısında, yeni bir dosya konusu olarak genç şairlerimize kendilerini soracağız. “Günümüzde genç şair genç şiir yazabiliyor mu?”.

Milliyet Sanat dergisinin 1974’te açtığı “En Başarılı Genç Şairi Yarışması”nda, yirmili yaşlarda Türkiye’nin en başarılı genç şairi seçilen biri olarak, bu konuya nasıl bir açılım getirebilirsiniz?

Ayrıca, 2002 yılında hazırlamış olduğunuz yıllıktaki değerlendirme yazınızda; genç şiirler ve şairleri hakkında “kendini yineleyen bir şiir kuşatmış ortalığı, şiirin yazılış ve varlık nedeninin unutulduğu bir noktada duruyor günümüz şairi, şimdilerde kendini yağmalayan ve durmadan eskiten bir şiir yazılıyor..” saptamasında bulunuyorsunuz, bu saptamanız bugün için de geçerli midir?

V.Ç.: 1970’li yıllarda da, şimdilerde olduğu gibi, şiir yazan çok insan vardı. Çok azı kaldı bugüne. Saysanız birkaçı geçmez bunlar. Bunu incelemek bile, günümüzde yazanlara büyük bir ışık tutabilir. Bu açıdan da konuya yaklaşmanızı öneririm. Böyle bir çalışma yapmanızı da elbette... Öncelikle şunları vurgulamak isterim: Şiir, kesinlikle adanmış bir ömür gereksinir. Bunu veremeyeceklerin şiire başlamaması en doğrusudur. Şiir hiçbir zaman bir heves olmamıştır, olamaz da. Eğer bu, göze alınamıyorsa, şiire uzak durmak, şairce bir tavır olacaktır. Herkesin eğlendiği anlarda, siz çiçek kitaplarıyla, sözlüklerle, botanikle, heykelle, resimle, fotoğrafla... uğraşmak zorundasınız. Onca şiir pratiğini incelemek, içerdikleri şiir bilgisini çıkartarak kullanır hale gelmek durumundasınız. Elbette bu da yetmiyor. Öylesi bir birikimi sağladıktan sonra, kendi kimyanızla, kendi renginizi üretmek zorundasınız. Bu kolay bir iş değil. İşte bu nedenle şiir için kendinizden vaz geçmek durumundasınız. Bunu yapabilenlerin şiirde başarılı olacağını düşünmek iyimserlik değil. Artık bilinen o ki insan beyninin en büyük kısmı dil ve başparmakla görevlendirilmiştir. Maddi ve manevi kültürün yaratılmasını sağlayan iki temel öğe: Dil ve el. Bu durumda geriye çalışmak ve adanmak kalıyor. Anımsatmakta yarar var, yeteneğin onda dokuzu da çalışmak değil midir? Günümüz genç şairi bu bilinçte değil gibi görünüyor. Sanırım kendini şiire adayamıyor. Zorunlu şiir birikimini sağlamak için büyük aranışlara girişmiyor. Bu da onun yüzeyselleşmesine neden oluyor. Giderek, şiir okuyarak şiir yazmaya yöneliyor genç şair. Anlaşılması çok zor bir analoji yapılıyor şimdilerde. Daha acımasız söylersem, okunan bazı şiirlere benzetilerek şiir yazılıyor. Bu, bir şair tutumu değil. Hiçbir zaman, bu yönelimden başarılı bir şiir çıkmaz. Hiç okumayanlar da var. Öğrencilik sıralarında kitaplarda gördükleri şiirlere biçim olarak benzeyen metinler yazmakla yetiniyor çoğu. Böyle bir durumda geç şiirden söz edilemez sanıyorum. Bir şiirin genç olması, şiirin bütün tarihsel kalıtını (mirasını) içermesi ve biçim, biçem, yapı, tartım bakımından yenilikler getirmesi gerekir. Ben böyle bir gelişmenin olduğunu, ne yazık ki, görmedim. Daha kötüsü, Türk şiir anıtlarının düzeyi bile yakalanmış değil. Ama büyük bir birikimin olduğu da kesin. Eğer, bu bilinçle davranılırsa, yakın gelecekte yepyeni şiirlerle karşılaşabiliriz. Ayrıca, Türk şiirinin buna çok gereksinmesi var.

MEK: Genç şiir ve şairinden söz açmışken, yıllardır şiir ve edebiyat ödüllerinde jüri üyeliği yapıyorsunuz. Ancak geçen yıl jüri üyesi olarak bulunduğunuz şiir ödüllerinde, bir hayli gündem oluşturdunuz ve aylarca tartışıldınız. Özellikle Ertan Yılmaz’ın üst üste aldığı şiir ödüllerinde, jüri üyesi olmanız; bazı çevrelerin eleştiri oklarını tümüyle size yöneltmesine sebep oldu. Tabii bu arada Hilmi Yavuz için de, “Oğluna ödül verdi.” denildi.

V.Ç.: İroni devam ediyor. Hilmi Yavuz’un düştüğü konuma benim yanıt vermemi beklemek haksızlık olur. Ama şu kadarını söyleyeyim; dışardan bakıldığında, etik bir sorunun olduğu us’a geliyor hemen. Öte yandan böyle düşünmek başka bir etik soruna dönüşmüyor mu? Yani, diğer jüri üyelerinin kişiliğine doğrudan bir saldırı değil mi yapılan? Kendi şiirbilgilerini, beğenilerini bir yana bırakıp, kendilerine dikte ettirilen bir karara mı imza atmış oluyorlar? Eğer öyleyse, öncelikle Hilmi Yavuz’a değil, diğer jüri üyelerine karşı çıkılması gerekmez mi? Neden, bu yapılmıyor? Bu bağlamda, belki de, sadece Ali Hikmet (Yavuz) olumsuzlanmalı. Kim bilir...?
Unutmamak gerekiyor: Ödüller üç boyutludur. Katılana, adına ödül konulan kişi ya da kuruma ve jüriye verilmiş olur. Ödülün isabetli verilişi, öncelikle jüriyi onurlandırır. Jüri bunun bilincinde olarak verir / vermeli oyunu. Hangi şiiri / şairi öncelediğini de, bir değerlendirme raporuyla açıklamalıdır elbette. Bu, altı çizilen şiirin sorumluluğunu almaktır bir bakıma. Ben, sosyalist kültürün bir ürünü olan, kapitalizmde iyi kirletilen ödül kurumunun işleyişine böyle bakıyorum. Gene buradan hareketle her jüri üyesinin hazırladığını var saydığım değerlendirme raporunu yayımlaması gerektiğini söylüyorum. Ben, jüri üyesi olduğum yarışmalarda oy’umu kime verdiğimi içeren gerekçeli raporumu hep yazdım ve yayımladım. Benim jüri üyesi olduğum yarışmalarda Ertan Yılmaz’ın ödül almasına karşı çıkılacağı yerde; değerlendirme raporlarının peşine düşülsün. Bu dayatılsın şiir kamuoyuna, jüri üyelerine. Bundan alınacak sonucun şiire bir katkısı da olabilir. En azından unutulmuş, kullanılmaz hale getirilmiş şiirbilgileri tazelenir. Böylece, birilerinin yararlanması da sağlanabilir belki. Dahası, bir yarışmaya katılacak kişinin nelere dikkat etmesi gerektiği, önceden haber verilmiş olur. Bu, beraberinde doğal bir elenmeyi de getirir. Onca gereksiz dosyanın gönderilmesi de, daha baştan engellenmiş olur.
Bir bakıma “hamilik”ten söz ediliyor. Hemen şunu söyleyeyim: Şiirde, sanatta hamilik olmaz, olamaz, olmamalı. Türk şiirini kendinden başlatanlar anlamasa da, hiçbir zaman değişmeyecek bir gerçek var ortada: Şimdilerde iyice unutulmuş, ustalık-çıraklık ilişkisinden söz ediyorum. Şu bilinmeli ki, şiir öncelikle bir görgü işidir. Ustalık-çıraklık ilişkisi olmadığı sürece de bu görgü edinilemez. Böyle düşünmeme karşın, birilerine ustalık etmek istemedim hiç. Ama benim yakınımda olanlara, şiir denilen özgürlüğün ne olduğunu anlatmaya, göstermeye çalıştım hep. Bunu kavrayanlar da şiirde başarılı oldu, başarılı olmaya devam ediyor. Biraz da editörlükle ilgili bir şey bu. Bu işleyişi yaşamayanların, o süreçten geçmeyenlerin bunu anlaması zor elbette. Bir ara cümle olarak belirteyim: Şimdilerde olduğu gibi, editörlük kurumu işlemediği sürece, kendiliğinden bir şiir yazılacak; dergiler kendiliğinden çıkacak ve bir derleme olmanın ötesine geçemeyecektir. Oysa kendiliğinden değil, kendisi için olmalı her şey.
Gündemde taşındığı için söyleyeceğim şu: Okusunlar Ertan Yılmaz’ın şiirlerini. Dize, Kül, Edebiyat ve Eleştiri, Ünlem, Eski, Yom, Agora, Şarapya, Varlık, Kitap-lık... gibi dergilerde yayımlandı, yayımlanmaya devam ediyor. Şiirler üzerinden bir değerlendirmeye girişsinler. Bir aşama yapabilmeleri için, buna en çok kendilerinin gereksinmesi var. Ne denir? Gölge etmesinler, başka ihsan gerekmez. Yazık..! Jean Paule Sartre ne kadar haklı: Başkaları, birileri cehennem olmaya devam ediyor hâlâ.

MEK: Şiirimizin omurgasını oluşturan bir şair olarak, halen üretkenliğiniz devam ediyor. Bugün baktığımızda ellili yaşlardan sonra, şairlerin ya şiiri bıraktığını ya da kendini tekrarlamaktan öteye gidemediğini görüyoruz. Oysa sizin şiirinizdeki olgunluk her geçen gün farklı bir perspektiften bakıyor okuyucuya.

Son on yıla şöyle bir bakarsak, ilk beş altı yılında, edebiyat dergileri, daha kapalı ve Ece Ayhan’ın dediği gibi “imgeler sanatı” olan şiirlere yer verdiler. Daha sonra, İkinci Yeni hakkında yapılan, anlamsız ve uzak çağrışımlı sözcüklerin bağdaştırılmasıyla oluşturulmuş şiirleri kapsar, görüşünü benimsediler. Ve bu görüşü destekleyen şiirler ve manifestolar yayınladılar. Bu dönemde birçok genç şair türettiler.

Ancak, bu dönemin son üç yılına baktığımızda, daha çok süslü anlatımlardan uzak, karmaşık şiir yapısını reddeden, öze inmiş, arınmış bir dil yapısıyla her daim aranan şiiri, yeniden aramaya başladılar. Bunun sonucu olarak da, türettikleri şairleri tükettiler. Bugün şiirde gelinen noktada, şair, şiirdeki izleğini kendi belirlemiyor da popüler edebiyatın isteği, onun boyunduruğu belirliyor gibi sanki. O vakit şairin özgünlüğü ve özgürlüğünün yelpazesi sekteye uğramıyor mu?

V.Ç.: Ülkü Tamer, başka bir boyutuyla eğiliyor soruna ve şöyle bir soru soruyor kendine: “Yaşadığın dönemde yayımlanan şiir kitaplarını düşünün. Issız bir adaya gideceksin. Beş yıllık bir kesit seçmeni isteseler, yanına hangi dönemin şiir kitaplarını alırdın? Sadece o zaman diliminin kitaplarını seçeceksin.” Yanıtını da hemen veriyor; 1950-1955 döneminin şiir kitaplarını yanına alabileceğini söylüyor. Saf şiirin beş altın yılı olarak görüyor o yılları. Şairlerin ve kitaplarının adlarını sıraladıktan sonra; şöyle sürdürüyor: “ Saf şiirin var olduğu yıllardı bunlar. Şiir yaşamın içindeydi. Okunuyor, ezberleniyor, söyleniyordu. Seviliyor ya da sevilmiyordu. Şairin aklının kenarından bile geçirmediği yorumlar yapılmıyordu. Yazılanlar bu tür yorumlara açık değildi çünkü. Fiyakalı dizeler bile şiirin alçak gönüllülüğünü, yalınlığını taşıyordu. Evet. 1950-1955 şiirimiz beş altın yılıydı.” Önceki yıllarda da aynı konu üzerinde durmuştu Ülkü Tamer; bu itirazını hep gündemde tutmuştur. Bu konular üzerine düşünmüş müdür günümüz şairi? Arkadaşlarını (okuyucularını) yitirdiğini, şiir aracılığıyla kimseyle bir iletişim kuramadığını görüp kalemiyle kendine saldırmış mıdır acaba? Ülkü Tamer’in uzunca zamandır, sadece birkaç şiir yazmasının nedeni bu olabilir mi? Yanıtları çığlığa dönüşmüş ne çok soru var; şiire, şiirin okuyucu ve şairle ilişkilenmesi üzerine. Ama, bu çığlığı kimsenin duymadığı kesin. Yoksa ayrıntı güzelliğin peşine takılıp yaşam bu denli boşlanmazdı. Bir çeki düzen verirdi kendine şair. Yaşamla örtüşmenin bir yolunu bulurdu. Kitabî olanın dışına çıkıp yaşamın ürettiği şiiri yazardı. İnsandan ve onun geleceğinden yana bir şiir geliştirilirdi. Dergilerde yayımlanan şiirler ve şiir kitapları bunun yapılmadığını, hatta fark edilmediğini gösteriyor. Her şair kendi eleğini sıklaştıracağı yerde, kalburlar ediniyor. Binlerce şair (!) soluk soluğa yazmaya devam ediyor. Yayınevleri ticari bir yaptırım getirdiğinde de kendi kitabını basan basana. Şiir, kendi çokluğu içerisinde boğuluyor. Yetmişten fazla dergi izledim bu yıl. Beni şaşırtan çok az şiir gördüğümü rahatça söyleyebilirim. Yıl içerisinde birden çok şiir yayımlamış şairlerin şiirlerinde de bir gelişme yok gibi. 2004’de göre, belirgin bir gerileme var Türk şiirinde. Sanırım, “Acılarınıza dönün, şiir oradadır.” demek gerekiyor. Elbette, bireysel ve toplumsal bir acınız varsa... Bu nedenle olacak, 2005’te şair özneyi sorgulayan değerlendirmeler yapılmaya başlandı. Ramis Dara “Şiiri Şairin Zulmünden Kurtarma Denemeleri” yazmaya başladı. Öncelikle şiir fetişizmine karşı çıkıyor doğal olarak ve şu saptamayı yapıyor: “Şiirin bir işlevinin, dünyevi bir yanının, toplumsal bağının olduğunu unutan ya da göremeyen şiirci gittikçe siliniyor. Siliyor ve siliniyor. Hırçınlığı artıyor ve şiire kaldıramayacağı yükler yüklüyor. Oysa artık şiir ve şair kenardadır. Toplum değişmiştir, çağ dönüşmüştür, herkes ve her şey her yerdedir. Böyle bir noktada şiirin eski dolaşım gücü kalmamıştır. O kendisine daha ince, daha usul, daha alçakgönüllü, ama mutlaka yaşanan ve yaşanacak hayatla bağı olan, insana değen yeni yollar aramalıdır. Kendine yeni varlık alanları açmalıdır.” Ramis Dara’nın şaire belirgin bir öfke duyduğu görülüyor bu denemelerinde. Hatta, ‘şiirci’ diyerek aşağılıyor onları. Bence de günümüz şairi hak ediyor bunu. Şiirin yaşamla ilişkilendirilmesinin zorunlu görülmesi; Türk şiirinin öncelikle giderilmesi gereken sorunlarından biri. Dara; şairin kendini önemli, büyük, değerli, varlık-üstü, lütufkâr görmesine; toplumsal ve etik bağlar kuramayışına; kendinde kaba, bencil, benbenci olma hakkını görmesine, paylaşımdan uzak oluşuna, görevini hakkıyla yerine getirdiğine inanışına karşı çıkıyor doğal olarak. Bunların, radikal İslamcı, kaosçu, doğacı, anarşist... şairlerin ortak özelliği olduğu saptamasını da yapıyor.
Şeref Bilsel’in editörlüğünde yeniden yapılanan Şiir Ülkesi’nin bildirisinde de; “ Bizler şairi olması gereken yere davet ediyoruz; bunun için önce yersizlikle hesapaşılması gerektiğini biliyoruz. (...) Bugün Türk şiirine dair gerek dergi çıkaranları gerekse şiir yayımlayanları haklı kılacak, genel geçerliliği olan bir ‘ayar’ kalmamıştır.” deniliyor. Gene, “Beğenilen her şeyi reddetmek”, günümüz şairinin dramıdır Attilâ İlhan’ın saptamasına göre. Bu yaklaşımda da toplumdan, yaşanılandan kopuk olana bir eleştiri var anlaşılacağı üzere. Benzer eleştiriler getirip, “Şair, vur kendini!” deme gereği duymuştum ben de. 2005’te şairin sorgulanması sürekli gündemde tutuldu denilebilir. Merdivenşiir, Hölderlin, “Bilmem; hem, neye yarar ozanlar yoksunluk zamanında?” dizesini birkaç şaire soru olarak yönlendiriyor. Burada önemli olan “şair” sözcüğüne yüklenen anlam. Ama verilen yanıtlara bu görülmüyor. Şiirin öneminden söz ediliyor daha çok. Dünya karşısında şairin beceriksizliği öne çıkartılıyor ve böylece koruma altına alınıyor. Şairin sorunlu ve sorumlu oluşu nedense irdelenmiyor. Aynı dergi, bu kez “Niçin şiir yazıyorsunuz?” sorusunu yöneltiyor şairlere. Bilindiği üzere, insan ekonomik, ideolojik ya da psikolojik nedenlerle yazar. Kabul edilir, genel bir doğrudur bu yaklaşım. Ama şiir söz konusu olduğunda, bir şairin ekonomik nedenlerle şiir yazmayacağı açık. Geriye diğer iki etken kalıyor. Verilen yanıtlardan da anlaşılıyor bu. Ahmet Oktay; “Büyülemek ve büyülenmek için şiir yazıyorum; isyan etmek ve boyun eğmemek, inanmak ve red etmek için şiir yazıyorum; bir dil edinmek ve şarkı söylemek, gülmek ve ağlamak için şiir yazıyorum, hep ve hiç ölmek ve dirilmek için şiir yazıyorum, öğrenmek ve oynamak için şiir yazıyorum.” diyor. Kemal Özer ise; “Kimsenin arka çıkmadığı bir eylemi, kimsenin elinden tutmadığı bir emeği, kimsenin tanımak istemediği bir hakkı, kimsenin üstünde durmadığı bir ayrıntıyı, kimsenin yanına uğramadığı bir güzelliği, kimsenin değer vermediği bir yaşantıyı bile sahipsiz, dilsiz, tanıksız, tarihsiz bırakmamak için.” şiir yazma gereği duyduğunu söylüyor. Güven Turan da, “Dünyasını dile getirmek ve onu paylaşmak” için şiir yazmaktadır. Bu yanıtlarda psikolojik ve ideolojik nedenlerin öncelendiği görülüyor. Soruşturmaya katılan şairlerin ortak bakış açısının da bu olduğu söylenebilir. Dinî bir açılım getirenler için de geçerli bu. Görünen o ki, Türk şiirinin bugünkü işleyişine bakıldığında; “Bu çağda şairler ne işe yarar?” ve “Niçin şiir yazıyorsunuz?” sorularının sürekli gündemde tutulması gerekiyor. Bu iki soruya, yaşamsal dayanakları olan nedenler bulmadan, şiir yazmanın, şair olduğunu söylemenin hiçbir anlamı olmayacaktır. Böyle bir yaklaşım Türk şiirinin özgünlüğünü ve özgürlüğünü yeniden yaşanır kılabilir.



MEK: Toplu şiir kitaplarının yeni yeni gündeme geldiği ve yaygınlaştığı günümüzden çok önce, şiirlerinizi “Kalbim Hoşça Kal-l”, “Giz ve Yara-2” (Doruk Yayıncılık, 1996, Ankara) adları atında bir araya getirdiniz. Buradan Şu konuya açıklık getirmek istiyorum; sizin kadar popüler olmayıp şiir üzerinde söz sahibi olamayan birçok şairin(!), toplu şiir kitapları ya da şiir kitapları, büyük ve isim yapmış yayınevlerince, görkemli reklam kampanyaları altında basılırken, sizin gibi edebiyatımızın mihenk taşlarından birinin halen kitaplarının büyük yayınevlerince basılmamasının, çok okuyucuya ulaştırılması için çaba sarf edilmemesinin sebebi ne olabilir? Yoksa edebiyatta hep amatör kalmayı, metalaşmamayı mı prensip edindiniz. Eğer buna metalaşmak denirse!.

V.Ç.: Bilmiyorum, bu soruyu sadece beni değil de, herkesi ilgilendirecek biçimde yanıtlayabilir miyim? Şu kadarını söyleyeyim: Otuz beş yıllık kültür yaşamımda yazdıklarımı pazarlamak gibi bir derdim olmadı hiç. Bundan sonra da olacağını sanmıyorum. Benden istenmediği sürece de hiçbir dergiye şiir ve yazı vermedim. Hiçbir yayınevine, basılsın diye kitaplarımı önermedim. Kültürel etkinlikler sırasında olası karşılaşmalar, yapılan konuşmalar ve bunun sonucunda istenen kitaplar olmuşsa, bunları verdim yayıncılara. Basılmaları da öylece gerçekleşmiş oldu. Bu nedenle, oldukça dağınıktır kitaplarımın basımı. Buna, Anadolu’yu gözetmek gibi, benim tutuculuğumu da ekleyebilirsiniz. Zaman zaman tutarsızlık göstersem de, bir şiir yayımlandığı derginin konumuna göre ideolojik eklemlenmelere uğrayacağı düşüncesi yönlendirdi beni çoğu kez. Ehlileşmekten korktum diyebiliriz buna. O yapılan içerisinde kariyerizm belasının kirleticiliği korkuttu belki de. O sözünü ettiğini yayınevlerinin bana uzak duruşunun ideolojik nedenleri olmalı diye düşünüyorum. Aramızdaki kan uyuşmazlığı, yeterince açıklayıcı değil mi? Hem kendilerine karşı olan bir şiiri, bir poetik anlayışı neden öne çıkartsınlar ki? Onlar kendileri için sağlam duruyorlar. Sağlam duramayan, sözde bizim tarafımızdakiler. Bugün, bütün alanların yitirildiği bir nokta değil miyiz? Bütün anlamlarda yenilmiş değil miyiz?
Benim neonlarla aydınlatılmayışımın sadece ideolojik bir açıklaması olabilir. Amatörlük de önemli elbette. Zaten şiirde profesyonellik olmaz, olamaz. Yoksa, tam o noktada metalaşmanın başlaması kaçınılmazdır. Neyse...


MEK: Veysel Çolak’la yaptığımız bu söyleşiyi, onun “Kalkışma” şiirindeki şu dizeleriyle bitirmek isterim:

Kaleminin ucunda fışkıran anlam
sen yazdıkça silinmiş olmalı

Anlamın hiç silinmemesini dilerim.

V.Ç: Teşekkür ederim.

MEK: Biz de teşekkür ederiz.

SELÇUK ARAT SÖYLEŞİ: ANDIZ /TEMMUZ AĞUSTOS 2007

1)
Sevgili, Mustafa Ergin Kılıç;
Edebiyat dünyasına mensup kişiler arasında çirkinlikler son dönemlerde sıklıkla yaşanmakta. Birbirinin arkasından konuşmalar, çekememezlikler, ikiyüzlülükler... Özellikle internetin bu alana girmesi ve sanal dünyada “rahatlığından ve serbestliğinden” ileri gelen “dik başlılık, sorumsuzluk, dışa vurum” gibi tutum ve davranışlar, daha çok sergilenir, alenen yapılır ve çok kısa sürede yayılır oldu diye düşünüyorum.

Hiç şüphesiz aynı ortamı paylaştığımız bu dünyanın böylesine kirli olmasının, önce bireylere, sonra da edebiyatımıza çok ciddi darbeler vurduğuna inanan biri olarak, şunları sormak istiyorum:

Sizce bu kirlilikten söz etmek mümkün mü, böyle bir tablo var diyor musunuz siz de? Bu pencereden baktığımızda, sizi mutsuz kılan neler var? Nedir Türkiye’de edebiyatı çirkinleştiren, kimlerdir ya da? Oysa edebiyat, hem sözcük, hem de anlam bakımından, başlı başına bir güzellik…

Şimdi her daim söylediğim bir şey vardır. Hayatın her noktasında olduğu gibi edebiyat alanında da insanı ele almak gerekir. İşte hayatın zorluğu da burada. Ben hep insanın mayasıyla ilgilendim bugüne kadar. Çünkü yeryüzünün ve doğanın altyapısını atan bunu temellendiren insan mayasıdır. Bazen hamur ekşiyebiliyor. Hâlbuki annelerimiz yoğurduktan sonra mayalanması için hamurları sıcacık sararlardı. İşte bozuluyor demek. Sonradan ne oldu PAKmayalar çıktı. Hazır mayalar. Hazırlanamayan mayalar hayata ve insana! Kirliliği yaratan insan egosu ve insanın yenilmezliğidir. Oysa ne demiş Max Jacob “Şair Olmak İçin Öncelikle Bir İnsan, Sonra Şair Bir İnsan Olmak Gerekir”

Sanatın her dalında olduğu gibi edebiyat özellikle şiir bir rehabilitasyon merkezidir insan için. Ki tüm bu sıkıntıları çıkaran edebiyatçılar dolayısıyla şairlerse, bu incelikli dizeleri yazan, adeta yeniden yaşanılır kılınacak hayatlar üretmeye çalışan; hayat mühendislerinin sorumsuzca davranıp birbirlerini yıpratma politikalarını onaylamak olanaksızdır. İşte söz yeniden her şeyin temeli insandır kavramına gelip dayanıyor. Şimdi zamanımızı bu gibi lüzumsuz şeylerle meşgul edeceğimize bir çiçeğin bunca global iklim değişikliklerine, bunca sıcaklık farklarına, bunca zamansız düşen kırağıya rağmen direnip; insana bir ders verircesine açmasında bir anlam arasak diyorum. Dağların altında madenler arayacağımıza içimize verilen insan cevherini çıkarsak, bunu işlesek diyorum. Yapa ve yalpayalnız nesiller yetiştireceğimize biraz daha tutsak birbirimizin elinden. Bakınız camın pervazına sofra bezinden döktüğünüz üç beş parça kırıntıyı nasılda beş güvercin paylaşıyor. Bizler insan olarak somunların peşine düşmüşüz. Hem de bir edebiyat dünyasında! Oysa insanı ve şiiri kırmak yerine, kucağımıza istiflemek istediğimiz ve kalbimizde körüklediğimiz ego sorunundan kırsak biraz, suların nasıl daha berrak ve potansiyelini kinetiğe çevirerek heybetli aktığını görürüz o vakit.

Buradaki ana sorun, bireyden başlayan egoizm ve benmerkezcilik. Bu toplumları da direk etkiliyor dolayısıyla. Toplumsal tehlikelere ön ayak oluyor. Dünya haritaları çıkıyor, reserv yerleri belirleniyor ve ülkeler bölüşülmeye başlanıyor. Bugün Amerika’nın tutumu önüne geçilemez bir üst ego, sahip olma dürtüsü ve yaparsam olur yaklaşımından başka nedir ki. İşte dünya insanları olarak bu tip modellerin temelini çoktan atmışız bile. İşte şiir ve edebiyat ve sanat burada devreye girip ve şair olarak bizler kendimizi ehlileştirmeyi öğrenmeliyiz. Çünkü edebiyatın çirkinliği insanın çirkinliğidir. Ham maddeden başlamalı değişim. Yoksa ürün daima kötü olacaktır. Nesiller boyu bunun önüne geçilemeyecektir.

Şöyle demiştim 20’li yaşlarda ilk şiirlerim yayınlanmaya başladığında “önce kendimi ehlileştirdim hayatı anlamak için, sonra hayatı ehlileştirdim kendimi anlatmak için”


2)
Neler yapılmalı Türk Edebiyatı’nın geleceği için? Yeni kuşaklar nasıl bilmeli, nasıl öğrenmeli edebiyatı?

Edebiyat bir birikim işidir. Bir donanım. Öğrenmek istemekle de öğrenilesi bir şey değildir. İnsanın DNA sarmalında olması gereken, genlerine işlenmiş bir veridir. Tabiî ki buna aile, çevre ve eğitim çok etken olacaktır. Ancak temeli okumaya dayanan bir sosyal bilimin, aşısının çocukken yapılması gerekmektedir. Bir insan gençlik yıllarda tamamen kendini popüler kültürün ellerine teslim etmişse; Tanzimat’ı, Cumhuriyet Edebiyatını, İkinci Yeni’yi bilmiyorsa; James Joyse (Ulysses), Kafka’yı (Yabancı), Hesse’yi (Siderta), Dostoyevski (Karamozov Kardeşleri), Paz’ı, Çehov’u dünya edebiyatını özellikle Rus edebiyatını bilmesini bekleyemezsiniz. Diğer bir yandan edebiyat şiirden de ibaret değildir. Bugün yeni nesilden kaçı Hasan Ali Toptaş’ı, Cemil Kavukçu’yu, Selim İleri’yi, Nedim Gürsel’i, Burhan Günel’i, Vecihi Timuroğlu’nu biliyor.

Bugün PATİKA’nın toplantılarına dışarıdan davet ettiğimiz arkadaşlara hangi edebiyatçıları okuyorsunuz diye sorduğumuz da Yılmaz Erdoğan, İbrahim Sadri, İclal Aydın, Yaşar (sanatçı olan), Güler Kazmacı cevabını alıyoruz ( Oysa Enis Batur’a İclal Aydın’ı sorduklarında “Böyle bir yazar mı var Türkiye’de. Yok. Olsa önce ben bilirdim” dediği gibi. O vakit siz koskoca Haşim’i, Nazım’ı, Süreyya’yı, Ayhan’ı, Uyar’ı, Berk’i, Berfe’yi, Anday’ı nereye koyacaksınız ve ne diye tanıtacaksınız.

Dolayısıyla birileri bir takım kütüphanelerden çekip çekip kitapları yalnızca göz dolgunluğu için daha çocuk yaşta belli başlı eserleri çevremize koymalı. Sobanın kenarındaki minderin yanında, kaloriferin üstünde, cam kenarında, mutfak masalarında. Ve dolayısıyla ilk bellekte bilinçlenme ve beyinde kabullenme süreci başlamalı. Tabi hepsinden önce toplum olarak bu kültür seviyesine erişmemiz gerekmekte. Onlarda haklı aslında hangi yazarı takip edeceklerini şaşırıyorlar. Her yeni gün beş on tane kültür mantarı beliriyor çevremizde! Toplum bir kültür şizofreni geçirmeye başlamış!

3)
Genç şairlere (ki sizi de aslında bu sınıfa koymak mümkün) baktığınızda, onların şiir anlayışlarında ve poetik duruşları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Kendine nasıl bir izlek belirleyen ve neler yapan gençler Türk şiirinin geleceğinin temellerini oluşturacak?

Bu sorunun cevabını PATİKA genç şair soruşturmasında da vermiştim. Ancak oraya geçmeden önce şunları belirtmek gerekmekte. Bugün Türkiye’de 30 yaş altı çok başarılı birçok şair sayabilirim size. Her şeyden önce genç arkadaşlarımız yazdıkları yenilikçi şiirlerin yanında, bir sinerji yaratarak farklı tarzlarda şiir anlayışlarıyla da edebiyattaki yelpazeyi genişletmekteler. Bugün Türkiye’de var olan somut şiir diye bir kavramı kimse yadsıyamaz. Yine divan şiirinin peşinden giden, bunun çok modern ve başarılı örneklerini veren genç arkadaşlarımızı kimse yok sayamaz. Yine kendi içlerinde toplumcu imgeci şiirin başarılı örneklerini veren (ki bende bu konuda öncü şiirler yazdığımı düşünmekteyim) Şiire daha yenilikçi bakan, sürekli ivmelenmesi ve devinim halinde olması gerektiğini söyleyen ben ve benim gibi birçok arkadaşım şiir bayrağını bir yerlere taşıma derdindeyiz. Yine Lacivertsanat oluşumunda bulunan birçok genç şair arkadaşın şiir konusunda ne kadar emek sarf ettiğini yalnızca bir şair değil dergici olarak da gözlemlemek de ve yakından takip edebilmekteyim.

Ben kendi şiirimin dinamiklerini nelerin oluşturduğunu MODERN ELİT DİNAMİK ŞİİR BİLDİRGESİ adı altında sunacağım yakında. Aşağıda genel duruşu ile ilgili açıklamalarda mevcut.

“Bir bahçe hep aynı kalmamalıdır. Geçen bahar begonvilse bu bahar çitlembik açmalıdır. Şimdi buna iklim ve toprak müsaade eder mi diyeceksiniz. Burada Pavese’nin yine şu sözleri cevap olabilir: “Şiirin başlıca temeli, daha şiir başlamadan şairin imgeleme yetisinde tohum olarak yaşayan o duygudaşlık bağlarının, o biyolojik saplantıların önemini bilinçaltı bir duyarlıkla sezmektir”. Dinamik şiirin dinamizmini tetikleyen de budur işte. Bir tarla pamuk ve pirinçten sonra, tütün de verebilmelidir. Dinamik şiirin temel ilkesi çeşitliliktir. Anlamda, kavramlarda, dilde, şiir yapısında, imge örgüsünde, seste çok çeşitliliktir. Dinamik şiir yaşayan bir şeydir”

Şunu söylemek istiyorum benim üzerinde çalıştığım bu şiirin geleceğin şiiri olacağı konusunda hiç tereddüdüm yok. Bu konuda yenilikçi davranan arkadaşların da 2000’li yılların şiirinde öncü olacağı kanaatini taşımaktayım. Çünkü bu sıradan kalıpları kırmadıkça, imge de özgünleşemedikçe, şiirin kalıpları zorlayıcı, yıkıcı yeniden yapıcı, yıkıcı yeniden yapıcı olduğunu kabullenmedikçe, şiir meşalesini gençler olarak bir yere taşımak olanaksızlaşacaktır.


4)
Şiirin o kutsal sularına yelken açalım ve şiiri tanımlayalım dilerseniz. Nedir şiir sizin için?
Şiir bir iç kanamadır. Şiir yalnızlığınıza örttüğünüz bir örtüdür. Şiir bir başkalaşımdır. Şiir insanın karanlığıdır. Işık aldıkça fenalaştığı, soludukça kendinden sızdığı ve yavaş yavaş eksildiği bir yanıdır. Şiir aslında evrensel kümedir.

Şair gözünden bazen şiir boş kümedir! Sen eksilirsin o tamamlanır. Sen bölünürsün o çoğalır. Sen kısalırsın o uzar. Ve yekun aldığında bir çift göz çıkar ortaya. Kalbine iliklediğin bir çift söz. Ama şiiri doyuran okuyucudur. Bu da bu ülkede mümkün olmadığı için şairin yalnızlığını şiiri de çeker!


5)
Şiirlerinizde yer yer toplumcu imgeci tutumlar, yer yer modern şiirinde kalıplarından sıyrılarak farklı bir izlek sürmektesiniz. Şiirde sözcüğün ne kadar da önemli bir yer teşkil ettiğini, şiirin ahengi ve mihengi olduğunu gösterme çabası sezmekteyim. Sözcük de, dize yapısında ve bir bütün olarak şiirlerinizde yenilikçilik gözlenmekte. Neler söylemek istersiniz bu konuda? Neler anlatır şiirleriniz?

Tespitlerinizde tamamen haklısınız. İşte tüm bunlar dinamik şiirin dinamikleridir.

Modern Elit Dinamik şiirin altyapısı her sözcüğün şiirde anahtar olma eğilimidir. Dize içerisindeki sözcükler kendi anlam ve içeriğini zorlayarak şiire bir doğurganlık getirir. Burada amaç her sözcüğün başlı başına bir şiirin yapı taşı olduğunu sergilemek ve bir sözcüğün bünyesinde barındırdığı nitelikleri ortaya çıkarabilmektir. Sözcüğün şiirdeki etkisini ve yaratıcılığını vurgulamaktır. İnsanın hücre yapısının önemi gibidir. Uzun vadeli yaşamak için (bir şiirin kalıcılığı ile bağdaşır) nasıl hücrelerinin kendini yenilemesi gerekirse, şiirde de hücre sözcüktür. Hep kendini yenileyen anlam olarak büyüyen bir boyut kazandırmalıdır. Her okunulduğunda yaptığı yeni çağrışımlarla belleği zorlamalıdır. İmde şiirin kalıtsalıdır. Şiir her okunduğunda farklı bir anlamla bizleri selamlamaktadır.

Dinamik şiirin derdi insana her dizeyi motif motif işlemektir. İğneyi batırmaktır. Renk renk ipliklerle farklılığını insan belleğinde kayıt altına almaktır.

Dinamik şiir kendi içerisinde dizeler arası ve sözcükler arası göndermeler yapar. Böylece şiiri daha akıcı, sözcükleri daha kalıcı ve şiiri de bütünsellik açısından akılcı kılar. Şaşırtıcılığı da buradan gelir. Şiir her dize de yenilikçiliğiyle yaratıcı imgeleriyle, anlamdaki çok çeşitliliğiyle ön plana çıkar.

Aslında ben şiirimi çok geniş bir perspektiften ele alırım. Şiirim yeryüzünün bir yansımadır. Şiirim hüznün bir yansımasıdır. Şiirim yalnız başına ama çok gür insanın insanda akmasıdır. Şiirimin temelini aşk, insan ve toplumdur. Çünkü duyarsızlıktır hayatta beni çıldırtan. Eğer insansanız ve eğer bu yeryüzünde yaşıyorsanız, dünyadaki her olaya kulak vermek zorundasınız.


Bakınız Damar’ın Ocak 2007 sayısında yayınlanan Bağdat Bağdat’ karşı şiirim nasıl bitiyor

fışkırmak için yarık beklemezken su
güneşe bükmezken ay çiçeği boynunu
çocukların gazozu sökerken iliğini

duruyor insanlık
ölüm(ün) saatini kuruyor

Ve yine hangi çocukluk isimli bir şiirimin son kısmını burada sizinle paylaşmak istiyorum:

x
Türk bir çocuk Kürt
Kürt bir çocuk Türk
aynı harflerden yapılmış
doğada saf bulanan
ve birleşik ve bütün
119 derecede eriyen
444 derecede kaynayan kükürt

çocuk yaşamın dudağında uçuk
ikindinin dudağında büyüyen morluk
akşamın kucağında
kauçuk yürekli

ve bir misket gibi
yuvarlayan dünyayı!

Şimdi şunu söylüyorum bugün yeryüzünün dengeleri değiştirilemeye çalışılırken siz bir şair olarak buna sessiz kalırsanız, tüm toplumun vicdanın sesi olmayı başaramazsanız bu içinizde yara olarak büyüyecektir. Çünkü sanatçı topluma nefer olmalıdır. Topluma önder. Gönderi bayrağa çekmek sanatçının, bayrağı dalgalandırmak ise toplumun görevidir (tabi sanatçının da)

Şiirimin bir yanı aşka ve doğaya diğer yanı toplumun dinamiklerine dayanır. Dinamik şiirin temeli doğaya bağladır ve doğadan beslenir. Doğadaki süreğenlik ve akıcılık dinamik şiirin merkezini oluşturur. Bu hareketlilik doğanın temel bir yansıması olarak şiirin içinde belirir. Temel öğeleri doğanın içerisinde bulunan sözcüklerdir. Şiirin inşasını bu sözcükler teşkil eder. (bir dalın salınması, bir kuşun devinimi, uzun vadede de olsa bir toprağın usul usul kayması, bir nehrin doğanın rehberliğini üstlenip yeryüzünü gezmesi yine denizin kendi içerisindeki anafor gibi, yağmur tanelerindeki irili ufaklı ifadeler dinamik şiirin meşguliyetidir.


6)
“Şiirde arayışı çok severim” diyorsunuz. Bu arayış nedir? Ne olmalıdır size göre, açabilir misiniz?

Genç şiirin dinamizmidir. Yazılabildiği iddiasıdır. Eskiyenleri atmak ya da yamalamak değildir amaç. Yenisini dikebilmeyi bilmektir. Farklı formlarda ve modellerde her insanın ruhuna oturabilecek şiir beklentisidir. Her rengi kullanmayı bilmektir. Renkler arası geçişleri ve renkleri karıştırarak yeni yapıları elde etmeyi becerebilmektir. Amaç toplumun doygunluğu değildir. Ama beslenme ve şiirdeki çıkış noktası hayat ve toplumsa, toplumun şiirsel açlığına yanıt bulmasını bilmek gerekmektedir. Bir şair gökkuşağındaki tüm renkleri bünyesinde barındırabilir. Çok çeşitlilikteki kasıt şairin şiirini tüketmemesidir. Dinamik şiir geleceğe kalmak için çabalar. Bünyesinde hep bir soru işareti barındırır. Bir çözümsüzlük ve bir çıkışsızlık içerir. Dil ve anlamda hep yeni olanı dener. Çünkü var olanı tekrarlamak ve tekrar olanı var etmeye çalışmak, değişik formlarda sunmak günlük edebiyatın beklentilerini karşılayabilir. Şiir şairinin geleceğe bırakacağı en büyük yengi olmalıdır.

Dinamik şiir buluş öğesini şiir ve sözcük temelinde çok önemser. Şiire sürekli bir katkı ve sürekli bir çağrışımlar bombardımanı sağlamayı ilke edinir. Anlam örgüsünü, bütünlük yetisini ve imge tütsüsünü şiirde yakmayı unutmadan, en ince zekayı işlemeye gayret eder. Bu yüzden geniş bir perspektifi olan ve üzerinde çalışıldıkça kendini ele veren bir şiir ortaya koymaya çalışır.

Duyargaları sonuna kadar açılmış, toplumsal izlekleri içinde barındırmaktan korkmaz. Bir ressamın doğanının renklerini hassasiyetle işleyişini, bir heykel traşın her darbede yeni bir buluşa çığır açışını, bir sanatçının sesini çok çeşitli kullanışını, bir bahçıvanın gülü yeniden var etmek için budayışını kendine izlek edinir.

Sözünü İlhan Berk’in “Şiir duvarcının elinden düşürdüğü tuğlanın yere düşmesinde değildir/ havada asılı kalmasındadır” dizelerindeki yalvaçlığıyla, dinamik şiirde de neyi aradığını vurgulamak ister.




7)
“Şair, bana yağmurdan bahsetme, yağdır!” diyor Victor Hugo. Ne demiş olmalı sizce?

İşte şiirin gizemi ve efsunu da buradan gelmekte. Şiir anlatılmaz yazılır. Mallerme’nin dediği gibi “şiir sözcükler dinidir” . Şiir çatılır, ortaya çıkarılır ve doğum geçekleşir. Artık bu çocuğu her okuyucu kendinde farklı besler, büyütür ve benimsetir. Kimi yıllar sonra Yılmaz Odabaşı’nın Feridesi olur. Kimi yıllar sonra Nazım’ın Hürriyet Kavgası. Kimi Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı. Kimi Necip Fazıl’ın Kaldırımlar’ı. Kimi Atilla İlhan’ın Ben Sana Mecburum Bilemezsin’i. Kimi Orhan Veli’nin İstanbul’u. Bakınız herkes farklı sahiplenir ve farklı solur şiiri kendinde. Ve şiir şairinin önüne geçer. Ondan çıkar, bizim olur.

Demek ki şiir yazılır ve sahibine teslim edilir. Artık üzerinde düşünmesi gereken üzerinde yazması gereken okuyucudur. Şair annelik görevini tamamlamış ve şiirini doğurmuştur. Şimdi sıra okuyucudaki büyütme işlemindedir. Oğuz Atay’ın dediği gibi “Ben buradayım sevgili okuyucu, sen nerdesin”

8)
“Şiirde mühendislik gerektiğinin farkında. Salt ilhamın bir olumluluk içermediğini kanıtlıyor, Mustafa Ergin Kılıç” demiş, Hüseyin Avni Cinozoğlu. Evet, salt ilham şiirin doğması, oluşması ve tamamlanması için tek başına yeterli bir öğe değil! Sanırım bu tanıma sadece tuğlalardan örülmüş bir evi örnek göstermek yanlış olmayacaktır. Her halukârda ev örülmüş, fakat tamamlanmamıştır, öyle değil mi?

Şiirdeki bu mühendislik kavramını açabilir miyiz? Nedir mühendislik? Gençler nasıl birer mühendis olabilirler?

Bakınız aslında Cinozoğlu hocamla ile çok geniş şiir söylemlerimiz, şiir üzerine çalışmalarımız olmadı. Yalnız ne kadar gerçek bir şair olduğunu benim şiirlerimi okuduğunda anladım. Şiirimi benden daha iyi analiz eden biriyle karşı karşıyaydım.

Burada söylenmek istenen ilhamla şiir yazılmayacağıdır. Şiirin bir söz işçiliği, dize bekçiliği, zaman törpüsü, ömür eskisi olduğudur. Çünkü insana bir sevinç, bir aşk, bir ölüm şiir yazdırabilir. Ancak bu iç döküşten, kişisel bir günlükten öteye geçemez. Şiiri şiir kılan yazıldığından sonra üzerinde çalışılan süreçtir. Mühendislik konusu da buradan gelir. Temelinde şiir bir proje ve plan doğrultusunda yazılmazmış gibi gelse de, kaba hat çıktıktan sonra, taş taş örülür. İç aksesuarları ve cephe aksesuarları yerleştirilir. Mesela şiirde isim başlı başına bir iştir. Tüm bu detaylar da bir mühendislik inceliği, bir hesap duyarlılığı gerektirir. Şiiri yazdıran duygular değildir.

Bugün olduğunu kabul ettiğiniz bir şiiri üç ay sonra elinize aldığınızda şaşırabiliyorsunuz. Bu da her zaman şiirin hep bir süreç işi olduğunu göstermez. Bazen doğru bileşenlerin ve parametrelerin olduğu bir ortamda on dakika çıkan şiir yüzyıllık olabilir.

Ancak şiirin bir bilim olduğu muhakkak. Buradaki mühendislik mecaz. O hassasiyet ve yaklaşım gerekmekte. Bakınız şiir insandır. Bugün by pass ameliyatına giren bir kişiyi hayata döndüren nasıl 3-4 damarının değişimiyse, sizin de şiir diye yazdığınız şeyi, 1 yıl sonra elinize aldığınızda hayata döndüren 3-4 sözcük değişimi olabilir. Sonra şiir şiirliğini soluduğunu ve yeni bir yaşama başladığını fark eder. İşte şair de burada kalemini neşter gibi kullanabilendir. Ben çok şiirimi yıllar sonra dize dize silip geriye birkaç sözcük bıraktığımı bilirim.
9)
2006 Eylül ayında çıkan ilk kitabınız “Lâlfabe” nin ardından Kasım 2006’da “Beş Duyum”u çıkardınız. Biraz da kitaplarınızdan bahsedelim şimdi de.

Konuyla ilgi değerli üstatlarımızın görüşleri kısa kısa vermekte fayda görmekteyim.


İronik bir dille hayatın değişik koordinatlarını içeren imgeleri, kendine özgü bir buluş tekniğiyle başarıyor. HÜSEYİN AVNİ CİNOZOĞLU
”küçük harf kırgınlığı var bende” dizesiyle anımsayacağım şair, çağrışımlar getiren dizelere daha çok düşkün. Şiir yolunun başında, kararlı adımlarla yürüyen şaire selam olsun. AHMET UYSAL
“geçmişimi topladı sular bir kıyıya / düz ovada patika bulan kaygıya // küçük harf kırgınlığı var bende / büyüsem de bir cümleye başlasam / kendine yetmediğini anlatsam noktaya” (z), yüzündeki alfabeden kalanlar, lâlfabe... Ne güzel bitmiş şiir (ya da ne güzel başlıyor yeniden). Eline, yüreğine sağlık. Anlaşılan o ki, daha pek çok kez ellerimin arasına bir gül gibi konuverecek kitabın.
AZİZ KEMAL HIZIROĞLU

Oldukça duyarlı, nesnel bir adamın feryadı gibi. Hem benim uzağında olmadığım bir şiir. TUĞRUL KESKİN
“Mustafa Ergin Kılıç’ın kitaplarından önce şiir dosyalarını okumuştum. Her dosyasıyla ilgimi çeken bir şair oldu. Galiba en sevdiği dil, şiir dili. Kelimelerle halvetinin hiç bitmemesi, onlardaki anlamı iyice açığa çıkarma çabasının yanı sıra, onlara yeni anlamlar yükleme isteği de özellikle dikkat çekici. Kelimelerle ne zaman sevişip ne zaman savaştığımızı ayırt etmek doğrusu pek kolay değildir. Zaten Kılıç'ın şiirleri de bunu kolaylaştırmak için yazılan türden değil. Şiirin kelimelerle yazıldığını bilen bir şairle karşı karşıyayız. Hem kelimelerin büyüsüne kapılmayan bir şiir de yeterince çalışkan bir şiir sayılmaz. Mustafa Ergin Kılıç'ta bu çalışkanlığı gördüm. Bu özenli tutumunu sürdürdüğü sürece onu hep iyi bir şair olarak okuyacağımıza inanıyorum." HAYDAR ERGÜLEN Ne mutlu. Yeni şiirin yazılmakta olduğunu lâlfabe ve Beş Duyum’la bir kere aha gördüm.YAVUZ ÖZDEM


Ancak genel anlamda lâlfabe benim şiirimin üst düzey kitaplarından birisidir. Olgunluğunu çoktan tamamlamış, şiirin altyapısı iyi atılmış bir kitap. Bu kitabın ilk bölümünde sözcüğün şiir üzerindeki baskınlığı ve merkezciliği üzerine denemeler yapılmış, şiiri şairden daha çok sözcüğün yazdığı gösterilmiştir. Sözcüğün içindeki anlam türevleri çıkarılmış, sözcükler doğurganlaştırılmıştır. Diğer kısımlarda da uzun soluklu, iç dengeleri ve dize yapıları iyi kurulmuş, imge zenginlikli şiirler bulunmaktadır. Ancak hepsi farklı dinamikler, yaklaşımlar, şaşırtıcı kurgu ve şiir yapıları içerir.

Beş duyum’da ise toplumcu yüzümü birkaç şiirde öne çıkardım. Genel de kısa örgülü şiirlerden oluşmuş, az sözcükle derin anlam yakalama ve şiirde sadeleşme yolu seçilmiştir. Bu kitapta imgenin özgünlüğü uç noktalara taşınmıştır. Benim şiirimde son yıllarda özellikle su imgesi çok ağır basmaktadır. Beş duyum’da da su önemli bir araçtır şiirlerde.

şimdi suyun ağladığını
kendinden başka kim anlar!


10)
Patika’dan da söz edelim isterim. Nasıl bir dergidir Patika? Amacı nedir? Patika ile ilişkinizi anlatır mısınız bize?

PATİKA dergisi tamamen amatör ruhla 16 yıl önce kurulmuş. Başlangıçta edebiyatın uzağında duran daha sonra merkezine doğru yerleşmeye başlayan ve 50. sayısından sonra yeniden yapılanmasıyla, bana göre Türkiye’de önde gelen edebiyat dergilerinden birisi. Çünkü bu edebiyat ortamında son yıllarda her sayısı ortalama 1000-1100 satan bir dergi.

PATİKA’nın yapısı Türkiye’de hiçbir dergide yok. Çünkü okuyucuya tamamen açık, sahiplenmek ve yer almak isteyeni kabul eden gerçek edebiyat emekçilerini barındıran bir ortam. Her okuyucuya cevap veren gerektiğinde eleştiri yazısı yazan, okuyucuyla diyalektiğini geliştirmiş ve okuyucuya var gücüyle katkı sağlamaya çalışan bir dergi. Bu şu demek: Ben 2000’li yıllarda PATİKA’ya gönderdiğim bir şiir akabinde dahil oldum. Ankara’da yaşadığım için beni dergi toplantılarına davet ettiler. Ve süreç başladı. Bakınız 6-7 yıl olmuş bile. PATİKA bir okuldur. Özgür iradenin yer aldığı.

Son yıllarda yaptığı söyleşiler yayınladığı şiirler, hazırladığı dosyalarla, genç şairlere kapılarını açmasıyla, edebiyatımızda büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Çünkü şair adayların ve yazarların en büyük sıkıntısı, dergilerde karşılarında muhatap bulamamalarıdır. Ancak PATİKA’nın ilk görevi okuyucuyu hiçe saymak yerine, gelen iletileri çok kısa da olsa, mümkün olduğunca kısa zamanda yanıt verebilmektir. Ki gelen ileti sayısı haftada çoğu zaman 150-200’lere varmaktadır.

11)
Ankara büyük şairler çıkaran aslında edebiyatımızda önem teşkil etmesi gereken bir şehir. Zaman zaman Ankara’ya gelsem de pek ısındığımı ve hoşlandığımı söyleyemem. Mustafa Ergin Kılıç’ın Ankara’sı nasıldır? Ankara’nın sosyal ve kültürel yapısını bir şair gözüyle değerlendirir misiniz?

Şimdi siz ANKARA deyince birden bir esikliğimin farkına vardım. 10 yıldır edebiyatın içerisinde olan biri olarak hiçbir şiirimde Ankara adının geçmediğini fark ettim. Tabiî ki birçok şiirimin ana beslenme kaynağı olmuştur. Sanatsal altyapımı attığım şehirdir. Değerli Şair Ali CENGİZKAN’ın Ankara şiirleri geldi aklıma.








KARANFİLLER VE İNSANIN HUYU şiiri nasıl bitiyor bakınız:
……………. Hepsi bitti. Bir kumru gördüğümde(Ankara'da ne kadar da arttı kumrular, bilemezsin belki aşktan, belki ayrılıktan diyorlar)işte ben bir kumru gördüğümdehaberini alıyorum bahçesindeki heykelin.Biraz büyükmüş.Biraz mağrurbiraz sadebiraz ezikdururmuş öyle. Bakanlıklardayım elimde kırmızı bir karanfille.Hangi bakanlık mı, kuşkusuz gönlümün bakanlığı.


Ankara kendi içinde konuşlanmış biraz dışarıya kapalı kendi içinde bir şehir gibi gözükse de son yıllarda yeni açılan (bir o kadarı da kapandı) edebiyat dergileriyle, şiir atölyeleriyle, düzenlenen söyleşi ve şiir dinletileriyle, dergilerin açtıkları kültür sanat evleriyle bir hayli soluklanmıştır. Ama yine de temel sorun Ankaralı şairlerin bir araya gelememesi ve tutkunlaşamamasıdır. Şair çırak ilişkisinin neredeyse hiç yaşanmadığı kendini kanıtlamış Cemel Süreya gibi Ceyhun Atuf Kansu gibi büyük şairler çıkarmış Ankara’nın bir okul olamaması hep üzmüştür beni.

Bugün baktığınıza AHMET TELLİ, ABDÜLKADİR BUDAK, ŞÜKRÜ ERBAŞ, SALİH BOLAT, ÇİĞDEM SEZER, HÜSEYİN ATABAŞ, ALİ CENGİZKAN, SELAMİ KARABULUT, AYDIN ŞİMŞEK gibi daha listesini çok uzatabileceğimiz şairler çıkarmasına rağmen, bir oluşum bir birliktelik bir usta çırak ilişkisi geliştirilememiştir. Bu şairlerin izole olmasından mı, böyle bir katkıyı esirgemelerinden midir bilinmez ama hep bir sıkıntı olmuştur benim için. Son yıllarda birçoğu da Ankara’dan taşınmıştır.


12)
Birçok yarışmada aldığınız ödülleriniz var. Bunları sizden bir kez daha duymayı ve henüz hiçbir yarışmaya katılmayan ve uzun bir süre katılmayı düşünmeyen biri olarak, Türkiye’deki edebiyat yarışmalarına bakışınızı öğrenmek isterim.

Edebiyatın ilerlemesi yönünde gerçekten teşvik edici ve adil olup olmadıklarını söyleyebilir miyiz? Neden?


''2006 Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü'' ve “2006 Yaşar Nabi Nayır Şiir Gençlik Ödülleri” yarışması sonucunda; Seçici Kurul adının anılmasını kararlaştırdı. Kocaeli Üniversitesi 2006 Gençlik Şiir Övgüye Değer Ödülünü, 2006 Yunus Emre Şiir Özendirme Ödülünü ve Hasan Bayri Şiir Ödülünü (3.lük) aldı. 7. Safranbolu Uluslararası 2006 Film Festivali Şiir Ödülünde “lâlfabe” isimli dosyası “Mansiyon Ödülü” aldı ve kitaplaştırıldı. Sonra 2007 Atilla İlhan Şiir ödülünde “desibel” isimli dosyam mansiyon aldı.

Şimdi bakınız yukarıda da belirtmiştim insan egosunun yenilmez bir şey olduğunu. Aslında bazı çaresizlikler ve kendini ifade edememe sıkıntıları insanları bu yarışmalara teşvik ettiklerini düşünmekteyim. Önce şunu anlamak için yarışmalara katılıyorsunuz. İyi ve özgün şiirler yazdığınızı düşünüyorsunuz. Dergilerde bunlara cevap bulamıyorsunuz. Sonra dergilerin cevap veremediği bu şiirlere yarışmalardan ödül gelmeye başlıyor. Bir ikilem içerinde, kaotik bir hava solumaya başlıyorsunuz. Adeta çelişkiler ülkesi oluyorsunuz.

Sonra yıllarca dergilerde yayınladığınız şiirleri dosya halinde bir yarışmaya gönderiyorsunuz. Hiç bir şey ifade etmeyebiliyor.

Ya da yıllarca yastık altında biriktirdiğiniz, her sabah biraz daha bahar aşısı yaparak büyüttüğünüz, her gün biraz daha deme çektiğiniz, kiraz yedirdiğiniz, çağla koparttığınız ve hayatın tam ortasında mühür gibi düşeceğini hissettiğiniz bir dosyanızı yarışmaya gönderiyorsunuz. Bu sefer yanılmadınız. Evet ödülü alıyorsunuz. Şimdi şair olarak insan olarak ne beklersiniz. Bu şiirlerin hiç olmazsa birkaçının birkaç dergide yer bulmasını. Bulamıyorsunuz. Bulamıyorsunuz. Kayboluyorsunuz kendinizde.

Tüm bunları anlatma sebebim şudur. Şiir yarışmalarının tamamen öznel bir tutum sergilediğini belirtmek için. Aynı şekilde dergilerinde duruşları ve bir şiir anlayışları olduğunu vurgulamak için. Burada yanlış olan şudur. Eğer gerçekten şairseniz kendi sesinizden, şiirinizden, hayata bakışınızdan kurtulup; karşıdakinin şiirine şiir mi değil mi gözüyle bakabilmeyi becermektir. Yoksa öznel beş tane şairin (kendi ses renklerinden ve biçemlerinden bakarak. Her ne kadar nesneliz denilse de, her şairin kendi yazmak istediği şiiri yazanı daha çok benimseyeceği konusunda hiç şüphe taşımamaktayım. Bugün siz somut şiir için çırpınan 50 yaşında bir şairseniz ve jüride 25 yaşında bir şair somut şiirin en başarılı örneklerini veriyorsa bundan vazgeçemezsiniz. Ancak bu şiir diğer dört şair için ne ifade eder acaba!) seçtiği şair, diğer öznel baş tane şair için sıradan ya da vasat şiir izlenimi yaratabilir.

Özetleyecek olursak, önce şiirin, şiir dünyasının ve edebiyatın dokusunu algılamak için bu gerekebilir. İnsan olarak bir terazi ihtiyacı, bir tartılma içgüdüsü taşıyorsunuz. Çünkü taşıyorsunuz! Ve birilerinin duymasını istiyorsunuz. İşte bu aşamada yarışmalar düşünülebilir. Bir taraftan da yıllardır tarafsızlığı tartışılan platformlar olduğu için hassas dengelerinizi de bozabilir. En önemlisi şiiriniz sekteye uğrayabilir ki, o vakit gerçekten yaranın hasını alırsınız.


13)
Aşkla ilgili de bir sorum olacak. Ben 3 yıldır âşık olamıyorum. 3 yıldır da doğru düzgün şiirler yazamıyorum. Aşkla şiir arasında bir bağ olabilir mi gerçekten? Aslında bir başka gerçekte âşıkken ortaya çıkan şiirler aşk şiirleri olmuyor. Sevgilime de yazmıyorum onları! Şimdi bu durum nasıl açıklanabilir?

Aşk ile şiir arasında var olduğu sanılan bağ bence yoktur. Bir şair şairse eğer yazmak için hiç bir şeye ihtiyaç duymaz. Çünkü şiir duygulanarak yazılan bir şey değildir. Bunlar lise dönemlerinde yazılan ancak hatıra defterlerini doldurabilen birer duygulanımdır. Kalp tayfıdır o kadar. Geçer. Geride hiçbir şey kalmaz şiir adına.

Şiir zekayla, donanımla, şiir bilgiyle, genlerle, tanrının bize verdiği yeteneklerle yazılır. Sanatın her dalı böyle değil midir? Duygu bu nokta da çok az bir yer tutar. Çünkü duygunun da içeriği ölüm, aşk, sevinç, yalnızlık, delilik, dışlanmışlık, öz güvensizlik, çaresizlik olabilir. Şimdi bunlardan aşkı çıkarsanız diğer duyguların tetiklemeleriyle de şiir yazılır. Ancak bu tetikleme en fazla şiirin başına oturtur insanı. Şiiri yazdıran insanın şiir donanımıdır.

Bakınız Orhan Pamuk Türkiye’nin ilk Nobelli yazarı. Her gün düzenli olarak, takım elbisesini giyip sabah dokuzda masasına oturup akşam altıya kadar bir memur anlayışıyla yazdığından bahseder. Çünkü yazı bir disiplin işidir. Kendi dinamiklerinizi bilginizi iyi oluşturmuşsanız, aşk gibi yada diğer tetikleyiciler gibi bir dış güce ihtiyaç duymazsınız. Zaten daktilonuzun başına oturduğunuzda (biraz nostalji yapalım istedim) otomatik çağrışımlarla ve hayal dünyanızla yazmaya başlıyorsunuz. Çünkü yaşanmışlığın verdiği birikim, karda ekmek arayan serçe, yaprağın hışırtısı, cama vuran dal, kelebekteki renk cümbüşü, ovadaki uçsuzluk, köy çeşmesindeki bakır maşrapa, annenizin kalaylanmış güğümü, babanızın boğazının düğümü de pek tabiî ki sizi şiire itebilir (aşk gibi) ama yalnızca iter. Kalanını yazmak için şairlik gerekir.


14)
Pekâlâ; aşk mı, yoksa şiir mi diye sorsam… Ama mutlaka birini seçmeniz gerekiyor, tek bir yanıt bekliyorum sizden ve neden?

Tabiî ki şiir. Şiir benim yaşam biçimim. Şiirsiz yarım kalırım ama aşksız şiirle tamamlanırım.

Şiir benim yıllardır her derdimi dinleyen, karanlığıma ortak olan yalnızlığımı bölen, sessizliğime ses veren, uykusuzluğuma uyku olan bir şey. Yıllardır hep yanımda. Ben bırakmak istesem de o beni hiç bırakmadı. Çok sadık kaldı. Ama aşk kaç defa terk etti beni. İşin tuhafı aşkın her bırakıp gittiğinde şiirdi hep yanımda olan. Bu durumda aşkı seçmem şiire ne büyük haksızlık olurdu değil mi?

Birde aşkla hiçbir zaman birbirimizi anlayamadık. Ama şiir hep anlamıştır beni. Yaşama tutunmamda yardımcı olmuştur. Manik depresif hallerimin değişkenliğini dengelemiştir. Tek dezavantaj emeğinin karşılığını alamamak olabilir. Bu da geçtiğimiz yıllarda birçok genç şairi ölüme terk etmemiş midir? (bunu kabullenmek istemesek de bu bir gerçektir çünkü bazılarını tanımaktaydım) İşte şiirin en acı gerçeğidir bu. İşte aşkla şiirin tek ortak yanları da budur belki, hayal kırıklığı!

Tabiî ki şiir. Çünkü şiir üzerindeki aşkın da kirini alır ve şiir belleği en iyi temizleme metodudur. Kalbi arındırma. Ah şiir dur kalbimi yine telaşlandırma!


15)
Gerçekleştirmeyi isteyip de, gerçekleştiremediğiniz hayalleriniz var mı? Bu hayaller neden gerçekleşmedi?

Hayatta birçok hayal gerçekleşmez zaten gerçekleşse hayat biter. İnsan hayatta aradığını bulmaya başladıkça kaybolur. Bakınız PATİKA’nın 57.sayısında Nisan-Mayıs-Haziran sayısında çıkacak şiirimde ne diyorum:

ve aradığını bulamamak
çünkü aradığını bulamamak iyidir
insan buldukça kaybolur!
buldukça insan harp olur
darp olur insan buldukça

İşte kilit burada anahtar burada. İster aç kapıyı gir içeri. İster kal dışarıda. Bu aradığın mutluluğa bağlı. Ben hayallerimden uzak dururum çoğu zaman (bu bahsettiğim şiir ya da hayattaki idealler değil elbette). Ufak şeyleri elde etmem. Bekletirim. Ve bir süre sonra bunu elde ettiğimde bir haz duyarım. Biraz zamana bırakırım zamanı. Biraz kendimi. Böylece özlemeyi özlemem. Çünkü hep bir özlem koyarım nesnelerle ve insanlarla arama. Ve eşyalarla. Bu benim hayat kazancımdır. Bu benim var oluş taslağım ve nihayetimdir.

17)
Sona yaklaşırken sizden bir şiir okuyalım isteriz. Buyurun...
Size lâlfabe’den bir şiirle sesleneyim. Çok önemsediğim ama bir türlü yerini bulamadığını düşündüğüm şu şiirimi. Hala okurken içimi titretir. Bazen böyle olur. Belli şiirler tüm şiirlerinizin üstüne çıkar. Ama bunu diğerlerine hissettirmemeye çalışırsınız! Küstürmemek için diğer şiirlrinizi!

uyusun tüm sular
fark ettim
sarrafta rafların tozuna hiç basılmamış
kitabımın adını yazarken
basılınca daha bir yalnızlaşıyor her kitap!

kendinden menkul en değerli keder
yaraya türev atılmayan nara
yaşama grev edilmeyen küfür

fark ettim
camın önünde kıbleye döner
bir peygamber çiçeği
hayata kriz
an/t/n/em kendi suyuyla çürür

fark ettim
daha samimidir bana sarma tütün nargilen
daha yakın semaver demlikten
yoksa içtiğim sigara ve çay
uyunmuşta sevişilememiş bir kadındır
tavan aramda çözülmemiş esrar

fark ettim
yaşadığını fark edince ölüyor insan

yanmayan mumun anlamını çalışıyor
karanlıkta

sönüyor da yangın
tutuşmuyor bile mum
bir tek kibritmiş dilimden anlayan

fark ettim
özeniyor karşı kıyının ormanları bize
yaşamadılar ama yandılar diye!

ah dudakları acıyan biri
izmaritini tükürse çamların küflenmiş göbeğine
kandırıp izciyi bir ateş gömse kendini geçici küle
yetişmese izcinin matarasındaki su
üst dizede izmaritini tüküren köylüye

fark ettim
bir avcı uyuya kalmış içimizde
göçten henüz dönmüş yorgun
uyandırmaya kıyamamış bıldırcın sürüsü!

bu yaşam cıngılında
uyusun tüm sular
düşmanda
yaşasın ateş gönlünce

ölümdür insana anlam
anlama insan bulamam!


18)
Son olarak okurumuza iletmek istediğiniz bir notunuz var mı?

Önce size notumu ileteyim. Şiirlerinizi okuyorum. Şairi şair şiiri şiir yapan tılsımdır. Ama şifre burada işte. Bu tılsım hiç çözülmemelidir. Son dosyan Toz Yanığı’nı okuyorum. Başarılı şiirler içermekte.

Son olarak okurumuza şiire sahip çıkmalarını öneriyorum. Çünkü şiirin yalnızlığı hiçbir şeyin yalnızlığına benzemez.

Şiir sesimiz olsun isterim, şiir sessizliğimiz. Sizin de hep şiir solumanızı dilerim.



© Selçuk Erat, 2007

MEK SÖYLEŞİ: MÜHÜR/ MAYIS HAZİRAN 2007

MUSTAFA ERGİN KILIÇ: “Yalın anlaşılır bir dille anlaşılmayanı yazmak istiyorum.”


Öncelikle edebiyatımıza ve şiirimize genç bir ses olarak hoş geldiniz diyorum…

Teşekkürler. 1995 yılından beri şiirin, 2000’den beri de dergiciliğin ve dergilerin içerisindeyim. Dergilerde ilk görünmem 2000-2001 yıllarında başladı. Daha sonra belli aralıklarla şiirlerimi yayınladım ama hep yazdım. 2005 yılı ile birlikte kayalara sıkıştırdığım fitilleri birer birer ateşlemeye başladım. Zira on yıldır büyüttüğüm şiirlerim artık ellerini uzatmaya başlamışlardı tutmam için. Ki hayat sürekli yol geçmekse.

İlk kitabınız “Lâlfabe” ve hemen ardından “Beş Duyum”. Ama gözlemlediğim şu ki sanki ilk kitabınız bir şairin ilk kitabı için hayli pişmiş, hayli çalışılmış.

Tespitiniz tamamen doğru. Lâlfabe benim üçüncü kitabıma denk düşecek bir kitaptı. Ondan önce hazırlanan 4-5 dosyam daha vardı. Beş duyum da bunlardan biridir. Lâlfabe şiir tekniği açısından ve içerik açısından benim şiir serüvenimde farklı bir yere düşer. Biraz daha mistik öğeler içeren, biraz daha söz işçiliği ağır, adeta bir mühendis hassasiyetiyle çalışılmış bir kitaptır. Anlamdaki derinliğe ve sözcükteki zarafete iner. Kısaca şiir biraz yo(ğ)rulmuştur. Şairin doğası da budur bence. Önce şiirini bir silkelemeli, sözcüğünü tanımalı, dildeki ehemmiyeti kavramalı. Sonra şiiri nihayetine vardırmalıdır. Zira ilk kitabın isminden de anlaşılacağı gibi sözcüğün kökeninde harf temel alınmıştır. A’dan z’ye çalışılmıştır. İnsanın, doğanın ve yaşamın tüm katmanları işlenmeye çalışılmıştır. Mesela dini motifler Arap alfabesinde işlenirken, Kiril alfabesinde sözcüğün ruhuna inilmiştir ve derdi sorulmuştur. Dil ve akıl iyiden iyice zorlanmıştır. Anlam katmanları yaratılmıştır. Ses ve anlam bütünlüğü için yeni formlarda şiirler denenmiştir.

Akabinde “Beş Duyum”da dil biraz daha sadeleşmiştir. Ama aynı ironi aynı imge düşkünlüğü ve şiirin olmazsa olmazı yaratıcılık korunmuştur. Her şiir başlı başına bir kitaptır, yeni bir izlektir, yeni bir soluktur. Aynı şairin kaleminde çıktığı bellidir ama her şiirin kendi özgünlüğü vardır. Benim de şiirde aradığım budur. Her şiirin de ayrı bir derdi olmalıdır. Aynı dert birçok şiirde sürdürülüp, şiiri kanser etmek benden uzaktır. Çünkü şiirin alt yapısını iyi atamazsanız, çabuk hastalanmaya yatkın bir tavır sergiler. Kısa zamanda tüketir kendini. Bunun da dayanağı yeni sözcükler, yeni kullanımlar, anlamda ve seste daima özgünlük aramaktan geçer.

Ben giriş yapıp sizi biraz tanıyalım diyecektim ama siz girişi yaptınız. Belki hep aynı sorular soruluyor ama okuyucuyu da bilgilendirmek açısından şiirinizin altyapısını kimler attı? Kimler kaleminize mürekkep, belleğinize imge, sesinize çağrışım kattı?

Aslında önemli bir sorudur. Şair soyağacını çıkarmasını, köklerinin çıkış ve gövdesinin gelişim sürecini iyi bilmelidir. Suyunu nereden aldığını, yapraklanmasını nasıl gerçekleştirdiğini. Çünkü bazı ağaçlar yaprak dökmek için büyür. Gövdesi eğridir. Kısa ömürlüdür. Burada amaç; bir kayın kökü atabilmektir şiire ve bir çam duruşuyla. Ancak şair yaprak duyarlılığını da kaybetmemek durumundadır diğer taraftan. Düşmek anlamında değil ama ufacık bir meltemi de hissetmelidir. Toplumsal duyarlılığı buradan gelmelidir. Evet şairin duyargaları gelişmiş, beyni ve kalbi tetiklenmeye hazır olmalıdır ya da poyraza karşı nasıl duracağını bilmelidir.

Şiirimin altyapısına kimlerin attığına gelince; Piraye’nin adını hapishanede saatinin kordonuna kazıyan bir Nazım Hikmet’i en başta tutarım. Şiirimin temel kaynakları 10 yıl öncesinde Şükrü Erbaş, Yılmaz Odabaşı, Müslim Çelik, Tuğrul Keskin, Hicri İzgören, Nevzat Çelik gibi şairlere dayalıydı. Doğu kültürü ve 80 şiiri bende en büyük ve eskimeyen bir imge olmuştu. Bunların kötü birer örneği olmaya çalıştım diyebilirim. Ama o yıllarda özellikle İkinci Yeniyi, zaman zaman Tanzimat ve Divan Şiirini de iyi tahlil ettiğimi düşünüyorum. Sonraları yelpazeyi açmaya başladım. 90 sonlarına doğru, İlhan Berk, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Arif Damar gibi koca çınarların gölgesinde durmaya başladım. Ve 95 yılının başlarında Gülten Akın, Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz derken Abdülkadir Budak, Veysel Çolak, Salih Bolat, Ahmet Erhan, Haydar Ergülen, Enis Batur şiiri üzerinde çok çalıştım. 90’lı yılların sonunda da Betül Tarıman, Birhan Keskin, Altay Öktem, Akgün Akova, Didem Madak, Küçük İskender, Nuri Demirci gibi isimleri sayabilirim. Şiirde önemsediğim şey farklı biçemleri ve biçimleri özümseyip bir araya getirmek. Belki seçici ve kendine yakın şairleri okumak gerekir ama bende ki şiir tutkusu öyle büyük ki her isim yeni bir meraktır bende. Var oluşumu tamamlama sürecidir. Her yazılan şiirin boy aynasında ne kadar kaldığıma bakarım. İnsanın şiirinin gelişmesinin temeli de buna dayanır.

Mallerme “şiir sözcükler dinidir” der ya, bunu kendine ilke aldı ve dinamiklerini iyi kurmaya çalıştı şiirim. Oruç Arıoba’dan, Sina Akyol’dan, Süreya Berfe’den, Serdar Ünver’den sözcükten yola çıkıp şiire varmayı öğrendi (burada şair değil kısa öykücü olarak bilinse bile Ferit Edgü’yü de saymak isterim). Ancak şairin en önemli öğelerinden birisi de iyi bir öykü ve roman okuyucusu olabilmesidir. Ben çok dallı olmamı, çabuk yeşermemi, dinamik şiir yazmamı ve kendini sürekli yenileyen, toprağını sürekli havalarından ölü hücrelerden arındıran, tekrardan kaçmaya çalışan bir şiir yazmamı buna bağlıyorum. Bu noktada Herman Hesse, Albert Camus, Kafka, Hemingway, Nietzche, Octavia Paz ve Rus Edebiyatını komple saymak gerekir. Bu yazarlar, şairi felsefi açıdan da geliştirip, damarlarını zaman zaman iyice açarak; insanın beynine ve kalbine giden kanın azlığından şikâyet etmesini sağlar. Varlığını sorgulaması için beynine parantezler açar. Bu şu demektir; daha çok okumak, hayatın verdiğini almak yerine hayata bir şeyler vermeyi öğrenmek.

Bununla da kalmaz şiir. Dünya şiirinin de elinden tutmak gerekir. Dünya şiirini elinden tutturmak. İnsanların acılarını bölüşmek, ülkelerin toplumsal sıkıntılarına kulak açmak. Küba’ya gitmek, Tayland’a gitmek. Hemen yakınımızdaki İran Edebiyatına bakmak, Suriye’yi dinlemek, Lübnan’a gitmek gerekir. Bu arada Eluard, Kavafis, Cibran, Brecht, Neruda, Rilke gibi isimleri de saymak gerekecektir.

Kısaca şair beslenme kaynaklarını yerel tutmamalıdır. Acılarını fazla ulusallaştırmamalıdır. Uluslararası edebiyatlarla da iç içe geçmesini bilmelidir. Çünkü dünyadaki belki de tek ortak şey acıdır. Ben insanda kalıcı olanı sayıyorum. Aşk sevgi mutluluk da hayatın parçası ama yeryüzünün başat geçici olan öğeleridir.




"Şiiriniz bende yağmurdan çok dolu çağrışımı yaptı. Şiirlerinizde birikiminizi paylaşma isteği egemen. Ayrıca dizelerinizi derin bir sezgi ve güçlü gözlemlerle temellendiriyorsunuz. Bu saptamalara ek olarak şiirinizi nasıl tanımlarsınız?

Dinamik şiir derim, “önce kendini ehlileştirir hayatı anlamak için, sonra hayatı ehlileştirir kendini anlatmak için…” Önce şiir ince bir zeka ve buluş içermelidir. İmge şiirin atasıdır. Şiirdeki yelpazenin renklerini çıkarır ortaya. Ben şiirimi dinamik şiir olarak nitelendiriyorum ve bununla ilgili yazınsal çalışmalar da sürdürüyorum. Şiir değişken olmalıdır, şiir devrim niteliğinde olmalıdır, şiir kendini ve okuyucuyu zorlamalıdır, şiir okuyucuyu şaşırtmalıdır. Şunu söylemeye çalışıyorum; hep derler ya İlhan Berk şiirimizin delikanlısıdır diye, buradaki ironi şiirinin gençliğindendir. Şiiri genç kılan ve uzun ömürlü yaşamasını sağlayan dinamiklerinin iyi kurulması, sözcüğün içerik ve anlam aranması bakımından yenilikler barındırmasıdır. Bir şairin şiir dili sürekli gelişmeli ve değişmelidir. Birbirini tekrar eden şiirlerden ziyade birbirinin önünü açan şiirler yazmalıdır.

Dinamik şiirin altyapısı her sözcüğün şiirde anahtar olma eğilimidir. Dize içerisindeki sözcükler kendi anlam ve içeriğini zorlayarak şiire bir doğurganlık getirir. Burada amaç; her sözcüğün başlı başına bir şiirin yapı taşı olduğunu sergilemek ve bir sözcüğün bünyesinde barındırdığı nitelikleri ortaya çıkarabilmektir. Sözcüğün şiirdeki etkisini ve yaratıcılığını vurgulamaktır. İnsanın hücre yapısının önemi gibidir. Uzun vadeli yaşamak için (bir şiirin kalıcılığı ile bağdaşır) nasıl hücrelerinin kendini yenilemesi gerekirse, şiirde de hücre sözcüktür. Hep kendini yenileyen anlam olarak büyüyen bir boyut kazandırmalıdır. Her okunduğunda yaptığı yeni çağrışımlarla belleği zorlamalıdır. İmge şiirin kalıtsalıdır. Şiir her okunduğunda farklı bir anlamla bizleri selamlamalıdır.

Dinamik şiirin derdi etkidir, yüksek derece etkidir. Duygusal ve etkisel bir doz aşımı yaşatmaktır. Duyguda iz bırakmaktır. İnsanın hafızasına bir söz bırakmaktır. Bu yüzden dinamik şiir yarayla kardeştir. Yaşayabilmek için, kendine iyileşmeyen yaraları merkez edinir.


Peki şiir sizde nasıl olgunlaşır ve gelişir?

Yukarıda bahsettiğim üzere, önce şiirin bir derdi olmalıdır hayatta, şairin de tabi. Siz şiiri kovalamadan şiir sizi yakalayıp bulmalıdır. Siz şiiri yazayım derken şiir sizi yazmalıdır. Şiir oturup yazılası bir şey değildir, ama Cemal Süreya’nın söylediği gibi şiire de birikmek gerekmemektedir. Şairinde kendi uç veren şiirler bence daha başarılır. Bahçeye fide olarak diktiğiniz kirazı ilerde kulaklarınız tartmayabilir ya da bir tutam sarmaşık bütün duvarın soğukluğunu aylar sonra alabilir. Ama bir de taşta biten otu düşünün, kayalarda yeşeren yosunu, hatta kınayı. Biraz sancılı, biraz zor olmalıdır şiirin evresi, ama gelmesi beklenmelidir. Onu getirici koşullar sağlanmalıdır, aranmalıdır şiir. Bir solukta, bir dudakta, bir mürdümde, bir dalga kıranın gövdesinde.

Çünkü şiir yaşam mekanizmasını işleten yegâne unsurdur. Çünkü şiir bir çocuğun elleridir, tutulmalıdır. Çünkü şiir bir somun ekmektir, bölünmelidir. Çünkü şiir yalnızdır, şair yazdıkça yalnızlaşır.





Bugün Türk şiirinin geldiği noktada sizin şiire katacağınız yenilik nedir?

Soru kolay ama cevabı zor olacak. Çünkü bu zamanın elindedir. Ama çok modern bir şiir yazdığımı düşünüyorum ve en büyük kazancım genç şairleri çok iyi irdelemiş olmam. Son beş yılda 30 yaş altında çıkan her şairin kitabını okumuş durumdayım ve kendi dönemimin şairlerini iyi tanıyorum. Şiirlerindeki kırılma ve kapanma noktalarını, dar geçitlerini, tünellerini iyi biliyorum. Kısaca geleceğin temelini atacak bu şiirdeki eksikliği iyi analiz ettiğimi düşünüyorum ve kendin olabilmenin mücadelesini veriyorum.

Çünkü bir şairin en zor görevi kendi dönemini irdelemesidir. Çünkü geçmiş hakkında elinizde bolca referans noktası ve veri vardır. İnşanın üzerine tuğlalar koyarsınız. Ama kendi döneminizi incelerken kendi yargılarınızı kendiniz şekillendirirsiniz. Temeli siz atarsınız. Boşluğun nerede olduğunu, şairin nerede yetersiz kaldığını, hangi taşları yerine koyamadığını görüyorsunuz. Burada yapacağınız her hamle Türk şiirine bir katkı olacaktır işte. Yanlış anlaşılmasın sakın, kendi şiirinizi bırakıp yazılanlara göre kendinizi yönlendirmiyorsunuz. Yazılmayanı bulup çıkarıyorsunuz. Yeni, yenilikçi şiiri işleyebilmeniz ve kendi biçeminizi bulmanız için günümüz edebiyatını iyi özümsemiş ve incelemiş olmanız gerekiyor (geçmişi iyice sindirdikten sonra)

Çam ormanına bir kayın dikmeniz gerekiyor, yaz günü yağmanız gerekiyor, herkes yanarken sizin üşümeniz gerekiyor ya da herkes yaşarken sizin ölmeniz. Çimenin yeşil olduğunu bilmek yetmiyor. Pigmentlerine inmek, fotosentezini gözlemlemek, ışığı neden depoladığını görmek ve gece neden yeniden insanlarla beraber normal solunum yaptığını anlamak gerekiyor. Kısaca önce sentezlemek, sonra yazarken şiirdeki duruşunu belirlemek, en sonunda da oturmuş şiir kimliğini yoğun emekle örmek gerekiyor. Çünkü şiir kalıplardan sıyrılmışı, özgürlüğü ve özgünlüğü sever. Dile hâkimiyeti, dilin içine girmeyi, dile sinmeyi ve dili sindirmeyi gerektirir. Algılarını açık tutmayı, özümsemeyi, sabretmeyi, dinlendirmeyi önemser.

Şimdi netice olarak ben, Türk şiirine çerçevesi çizilemeyen ama altı kalın kontörlerle çizilen, ufku geniş, kimyası oturmuş, kendi kişiliğini bulmuş şiirler bırakmak istiyorum. Yetiştirilen üzümlerden hep şarap yapıldı. Ben biraz pestil, biraz pekmez yapmak istiyorum ya da bazen bırakmak istiyorum üzümü kendi haline. Asma yapraklarının avuçlarına, kuşların yalnızlığına, zamanın uzun susuşlarına. Yoğun olarak insanın kendi açmazlarını, doğanın insanın merkezi olduğunu, toplumun açmazlarını vurgulamak istiyorum. Yalın sade anlaşılır bir dille anlaşılmayanı yazmak istiyorum.


Günümüz şiiri ve “genç şiir” üzerindeki düşünceleriniz neler?

PATİKA’da bu yıl yaptığım genç şair dosyası ilgi gördü. Şimdi ikincisini hazırlıyorum. Her dönem aynı tartışmaları görmüştür şiir tarihi. İkinci Yeni de 80 şiiri de hep bir genç şair kaygısına düşmüştür, o kadar verimli dönemler olmasına rağmen. Bugün eleştirmenlerimizin vardığı noktanın akabinde ben şunu söylemiştim; Bu şiir ve şair ölülerini yeryüzü bile almayacak. Sanırım haklıyım, çünkü o kadar çok öldürüp o kadar çok var ettiler ki.

Ben o dosya kapsamında genç şiirle ilgili şunları söylemiştim: Genç şairi 100 metre koşucusu değil maraton koşucusu haline getirmek olmalıdır. Çağ da insan da yalnız olsa, şiir yalnız değildir, genç şair de.

Hep aynı şeyleri konuşmak sıkıcı olacaktır. Ancak bugün genç şair diye nitelenen ve beğenilmeyen arkadaşlardır edebiyat dergilerini dolduran, şiir ödülleri alan, adına methiyeler düzülen. Bunları yapanlar da değerli şair üstatlarımız. Şunu da unutmamak gerekir ki, zamanın çırağı bugün usa olmuştur, bugünün çırağı da yarının ustası olacaktır.

Ben genç şiir konusunda aksine çok iyimserim. Zira biraz şiirden anlıyorsam, bugün gözlemlediğim birçok isim, 20 yıl sonra şiirimizin temel direkleri olacak şairlerdir. Çünkü şiir emek işidir, sarraf inceliğinde çalışma işidir. Ben birçok genç şairin altın tozu yutmuş olduğunu ve incelikli şiirler yazdığını görüyorum.


Böyle olgun şiirler yazan bir ozanla biraz geç mi tanıştık yoksa?

Bu soruya RAINER MARIA RILKE cevap versin benim yerime:

“Sanatçı olmak, hesap kitaplardan ve sayılardan el çekmek, öz sularını aceleye getirmeyen ve baharın rüzgârlı fırtınalı havalarında istifini bozmaksızın ayakta duran bir ağaç gibi olgunlaşma sürecinden geçmektir. Ya baharın ardından gelmezse yaz, diye bir korkuya kaptırmaz kendini ağaç; yaz gelir hep çünkü ama önlerinde bir sonsuzluk bulunuyormuş gibi öylesine tasasız bir suskunluk, öylesine bir enginlik içinde bekleyen sabırlıları gelir bulur ancak. Her gün öğrendiğim, Tanrının her günü şükranla bağra basılan acılar içinde öğrendiğim bir şey var: Sabır her şeydir. ”

Sona yaklaşırken size “şair” desem:

Lâlfabe’den birkaç dizeyle cevap veririm:

“her bahar yatırır kuruyan kabuğunu
kadın suyuna
başlatmak için yeni bir yalnızlığı! “

Ve ek olarak:

“boş çerçevede resmi
resimde boş çerçeveyi görür” derim.

size “aşk” desem:

yine aynı kitaptan us şiirimden birkaç dize söylerim

“şu yazlık bakışın su azlık
şu aşka esin sesin su esen
her kesikten bir şiir
her kapıdan bir eşik edinen”

insan desem:

“fark ettim
yaşadığını fark edince ölüyor insan”


Ve eğer birde bana “yaşam dersen” şunları söylerim sana:

“yaşam demiştim akan yerlerinde insanın”


Teşekkür ederim.

İçinize dökülen sonbahar yaprakları hiç süpürülmesin. Çünkü insanı ayakta tutan güz rengidir. Çürüyen yapraklardır insanın toprağını yenileyen ve besleyen.

ONUR ZAFER CEYLAN