20 Temmuz, 2007

MEK SÖYLEŞİ: MÜHÜR/ MAYIS HAZİRAN 2007

MUSTAFA ERGİN KILIÇ: “Yalın anlaşılır bir dille anlaşılmayanı yazmak istiyorum.”


Öncelikle edebiyatımıza ve şiirimize genç bir ses olarak hoş geldiniz diyorum…

Teşekkürler. 1995 yılından beri şiirin, 2000’den beri de dergiciliğin ve dergilerin içerisindeyim. Dergilerde ilk görünmem 2000-2001 yıllarında başladı. Daha sonra belli aralıklarla şiirlerimi yayınladım ama hep yazdım. 2005 yılı ile birlikte kayalara sıkıştırdığım fitilleri birer birer ateşlemeye başladım. Zira on yıldır büyüttüğüm şiirlerim artık ellerini uzatmaya başlamışlardı tutmam için. Ki hayat sürekli yol geçmekse.

İlk kitabınız “Lâlfabe” ve hemen ardından “Beş Duyum”. Ama gözlemlediğim şu ki sanki ilk kitabınız bir şairin ilk kitabı için hayli pişmiş, hayli çalışılmış.

Tespitiniz tamamen doğru. Lâlfabe benim üçüncü kitabıma denk düşecek bir kitaptı. Ondan önce hazırlanan 4-5 dosyam daha vardı. Beş duyum da bunlardan biridir. Lâlfabe şiir tekniği açısından ve içerik açısından benim şiir serüvenimde farklı bir yere düşer. Biraz daha mistik öğeler içeren, biraz daha söz işçiliği ağır, adeta bir mühendis hassasiyetiyle çalışılmış bir kitaptır. Anlamdaki derinliğe ve sözcükteki zarafete iner. Kısaca şiir biraz yo(ğ)rulmuştur. Şairin doğası da budur bence. Önce şiirini bir silkelemeli, sözcüğünü tanımalı, dildeki ehemmiyeti kavramalı. Sonra şiiri nihayetine vardırmalıdır. Zira ilk kitabın isminden de anlaşılacağı gibi sözcüğün kökeninde harf temel alınmıştır. A’dan z’ye çalışılmıştır. İnsanın, doğanın ve yaşamın tüm katmanları işlenmeye çalışılmıştır. Mesela dini motifler Arap alfabesinde işlenirken, Kiril alfabesinde sözcüğün ruhuna inilmiştir ve derdi sorulmuştur. Dil ve akıl iyiden iyice zorlanmıştır. Anlam katmanları yaratılmıştır. Ses ve anlam bütünlüğü için yeni formlarda şiirler denenmiştir.

Akabinde “Beş Duyum”da dil biraz daha sadeleşmiştir. Ama aynı ironi aynı imge düşkünlüğü ve şiirin olmazsa olmazı yaratıcılık korunmuştur. Her şiir başlı başına bir kitaptır, yeni bir izlektir, yeni bir soluktur. Aynı şairin kaleminde çıktığı bellidir ama her şiirin kendi özgünlüğü vardır. Benim de şiirde aradığım budur. Her şiirin de ayrı bir derdi olmalıdır. Aynı dert birçok şiirde sürdürülüp, şiiri kanser etmek benden uzaktır. Çünkü şiirin alt yapısını iyi atamazsanız, çabuk hastalanmaya yatkın bir tavır sergiler. Kısa zamanda tüketir kendini. Bunun da dayanağı yeni sözcükler, yeni kullanımlar, anlamda ve seste daima özgünlük aramaktan geçer.

Ben giriş yapıp sizi biraz tanıyalım diyecektim ama siz girişi yaptınız. Belki hep aynı sorular soruluyor ama okuyucuyu da bilgilendirmek açısından şiirinizin altyapısını kimler attı? Kimler kaleminize mürekkep, belleğinize imge, sesinize çağrışım kattı?

Aslında önemli bir sorudur. Şair soyağacını çıkarmasını, köklerinin çıkış ve gövdesinin gelişim sürecini iyi bilmelidir. Suyunu nereden aldığını, yapraklanmasını nasıl gerçekleştirdiğini. Çünkü bazı ağaçlar yaprak dökmek için büyür. Gövdesi eğridir. Kısa ömürlüdür. Burada amaç; bir kayın kökü atabilmektir şiire ve bir çam duruşuyla. Ancak şair yaprak duyarlılığını da kaybetmemek durumundadır diğer taraftan. Düşmek anlamında değil ama ufacık bir meltemi de hissetmelidir. Toplumsal duyarlılığı buradan gelmelidir. Evet şairin duyargaları gelişmiş, beyni ve kalbi tetiklenmeye hazır olmalıdır ya da poyraza karşı nasıl duracağını bilmelidir.

Şiirimin altyapısına kimlerin attığına gelince; Piraye’nin adını hapishanede saatinin kordonuna kazıyan bir Nazım Hikmet’i en başta tutarım. Şiirimin temel kaynakları 10 yıl öncesinde Şükrü Erbaş, Yılmaz Odabaşı, Müslim Çelik, Tuğrul Keskin, Hicri İzgören, Nevzat Çelik gibi şairlere dayalıydı. Doğu kültürü ve 80 şiiri bende en büyük ve eskimeyen bir imge olmuştu. Bunların kötü birer örneği olmaya çalıştım diyebilirim. Ama o yıllarda özellikle İkinci Yeniyi, zaman zaman Tanzimat ve Divan Şiirini de iyi tahlil ettiğimi düşünüyorum. Sonraları yelpazeyi açmaya başladım. 90 sonlarına doğru, İlhan Berk, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Arif Damar gibi koca çınarların gölgesinde durmaya başladım. Ve 95 yılının başlarında Gülten Akın, Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz derken Abdülkadir Budak, Veysel Çolak, Salih Bolat, Ahmet Erhan, Haydar Ergülen, Enis Batur şiiri üzerinde çok çalıştım. 90’lı yılların sonunda da Betül Tarıman, Birhan Keskin, Altay Öktem, Akgün Akova, Didem Madak, Küçük İskender, Nuri Demirci gibi isimleri sayabilirim. Şiirde önemsediğim şey farklı biçemleri ve biçimleri özümseyip bir araya getirmek. Belki seçici ve kendine yakın şairleri okumak gerekir ama bende ki şiir tutkusu öyle büyük ki her isim yeni bir meraktır bende. Var oluşumu tamamlama sürecidir. Her yazılan şiirin boy aynasında ne kadar kaldığıma bakarım. İnsanın şiirinin gelişmesinin temeli de buna dayanır.

Mallerme “şiir sözcükler dinidir” der ya, bunu kendine ilke aldı ve dinamiklerini iyi kurmaya çalıştı şiirim. Oruç Arıoba’dan, Sina Akyol’dan, Süreya Berfe’den, Serdar Ünver’den sözcükten yola çıkıp şiire varmayı öğrendi (burada şair değil kısa öykücü olarak bilinse bile Ferit Edgü’yü de saymak isterim). Ancak şairin en önemli öğelerinden birisi de iyi bir öykü ve roman okuyucusu olabilmesidir. Ben çok dallı olmamı, çabuk yeşermemi, dinamik şiir yazmamı ve kendini sürekli yenileyen, toprağını sürekli havalarından ölü hücrelerden arındıran, tekrardan kaçmaya çalışan bir şiir yazmamı buna bağlıyorum. Bu noktada Herman Hesse, Albert Camus, Kafka, Hemingway, Nietzche, Octavia Paz ve Rus Edebiyatını komple saymak gerekir. Bu yazarlar, şairi felsefi açıdan da geliştirip, damarlarını zaman zaman iyice açarak; insanın beynine ve kalbine giden kanın azlığından şikâyet etmesini sağlar. Varlığını sorgulaması için beynine parantezler açar. Bu şu demektir; daha çok okumak, hayatın verdiğini almak yerine hayata bir şeyler vermeyi öğrenmek.

Bununla da kalmaz şiir. Dünya şiirinin de elinden tutmak gerekir. Dünya şiirini elinden tutturmak. İnsanların acılarını bölüşmek, ülkelerin toplumsal sıkıntılarına kulak açmak. Küba’ya gitmek, Tayland’a gitmek. Hemen yakınımızdaki İran Edebiyatına bakmak, Suriye’yi dinlemek, Lübnan’a gitmek gerekir. Bu arada Eluard, Kavafis, Cibran, Brecht, Neruda, Rilke gibi isimleri de saymak gerekecektir.

Kısaca şair beslenme kaynaklarını yerel tutmamalıdır. Acılarını fazla ulusallaştırmamalıdır. Uluslararası edebiyatlarla da iç içe geçmesini bilmelidir. Çünkü dünyadaki belki de tek ortak şey acıdır. Ben insanda kalıcı olanı sayıyorum. Aşk sevgi mutluluk da hayatın parçası ama yeryüzünün başat geçici olan öğeleridir.




"Şiiriniz bende yağmurdan çok dolu çağrışımı yaptı. Şiirlerinizde birikiminizi paylaşma isteği egemen. Ayrıca dizelerinizi derin bir sezgi ve güçlü gözlemlerle temellendiriyorsunuz. Bu saptamalara ek olarak şiirinizi nasıl tanımlarsınız?

Dinamik şiir derim, “önce kendini ehlileştirir hayatı anlamak için, sonra hayatı ehlileştirir kendini anlatmak için…” Önce şiir ince bir zeka ve buluş içermelidir. İmge şiirin atasıdır. Şiirdeki yelpazenin renklerini çıkarır ortaya. Ben şiirimi dinamik şiir olarak nitelendiriyorum ve bununla ilgili yazınsal çalışmalar da sürdürüyorum. Şiir değişken olmalıdır, şiir devrim niteliğinde olmalıdır, şiir kendini ve okuyucuyu zorlamalıdır, şiir okuyucuyu şaşırtmalıdır. Şunu söylemeye çalışıyorum; hep derler ya İlhan Berk şiirimizin delikanlısıdır diye, buradaki ironi şiirinin gençliğindendir. Şiiri genç kılan ve uzun ömürlü yaşamasını sağlayan dinamiklerinin iyi kurulması, sözcüğün içerik ve anlam aranması bakımından yenilikler barındırmasıdır. Bir şairin şiir dili sürekli gelişmeli ve değişmelidir. Birbirini tekrar eden şiirlerden ziyade birbirinin önünü açan şiirler yazmalıdır.

Dinamik şiirin altyapısı her sözcüğün şiirde anahtar olma eğilimidir. Dize içerisindeki sözcükler kendi anlam ve içeriğini zorlayarak şiire bir doğurganlık getirir. Burada amaç; her sözcüğün başlı başına bir şiirin yapı taşı olduğunu sergilemek ve bir sözcüğün bünyesinde barındırdığı nitelikleri ortaya çıkarabilmektir. Sözcüğün şiirdeki etkisini ve yaratıcılığını vurgulamaktır. İnsanın hücre yapısının önemi gibidir. Uzun vadeli yaşamak için (bir şiirin kalıcılığı ile bağdaşır) nasıl hücrelerinin kendini yenilemesi gerekirse, şiirde de hücre sözcüktür. Hep kendini yenileyen anlam olarak büyüyen bir boyut kazandırmalıdır. Her okunduğunda yaptığı yeni çağrışımlarla belleği zorlamalıdır. İmge şiirin kalıtsalıdır. Şiir her okunduğunda farklı bir anlamla bizleri selamlamalıdır.

Dinamik şiirin derdi etkidir, yüksek derece etkidir. Duygusal ve etkisel bir doz aşımı yaşatmaktır. Duyguda iz bırakmaktır. İnsanın hafızasına bir söz bırakmaktır. Bu yüzden dinamik şiir yarayla kardeştir. Yaşayabilmek için, kendine iyileşmeyen yaraları merkez edinir.


Peki şiir sizde nasıl olgunlaşır ve gelişir?

Yukarıda bahsettiğim üzere, önce şiirin bir derdi olmalıdır hayatta, şairin de tabi. Siz şiiri kovalamadan şiir sizi yakalayıp bulmalıdır. Siz şiiri yazayım derken şiir sizi yazmalıdır. Şiir oturup yazılası bir şey değildir, ama Cemal Süreya’nın söylediği gibi şiire de birikmek gerekmemektedir. Şairinde kendi uç veren şiirler bence daha başarılır. Bahçeye fide olarak diktiğiniz kirazı ilerde kulaklarınız tartmayabilir ya da bir tutam sarmaşık bütün duvarın soğukluğunu aylar sonra alabilir. Ama bir de taşta biten otu düşünün, kayalarda yeşeren yosunu, hatta kınayı. Biraz sancılı, biraz zor olmalıdır şiirin evresi, ama gelmesi beklenmelidir. Onu getirici koşullar sağlanmalıdır, aranmalıdır şiir. Bir solukta, bir dudakta, bir mürdümde, bir dalga kıranın gövdesinde.

Çünkü şiir yaşam mekanizmasını işleten yegâne unsurdur. Çünkü şiir bir çocuğun elleridir, tutulmalıdır. Çünkü şiir bir somun ekmektir, bölünmelidir. Çünkü şiir yalnızdır, şair yazdıkça yalnızlaşır.





Bugün Türk şiirinin geldiği noktada sizin şiire katacağınız yenilik nedir?

Soru kolay ama cevabı zor olacak. Çünkü bu zamanın elindedir. Ama çok modern bir şiir yazdığımı düşünüyorum ve en büyük kazancım genç şairleri çok iyi irdelemiş olmam. Son beş yılda 30 yaş altında çıkan her şairin kitabını okumuş durumdayım ve kendi dönemimin şairlerini iyi tanıyorum. Şiirlerindeki kırılma ve kapanma noktalarını, dar geçitlerini, tünellerini iyi biliyorum. Kısaca geleceğin temelini atacak bu şiirdeki eksikliği iyi analiz ettiğimi düşünüyorum ve kendin olabilmenin mücadelesini veriyorum.

Çünkü bir şairin en zor görevi kendi dönemini irdelemesidir. Çünkü geçmiş hakkında elinizde bolca referans noktası ve veri vardır. İnşanın üzerine tuğlalar koyarsınız. Ama kendi döneminizi incelerken kendi yargılarınızı kendiniz şekillendirirsiniz. Temeli siz atarsınız. Boşluğun nerede olduğunu, şairin nerede yetersiz kaldığını, hangi taşları yerine koyamadığını görüyorsunuz. Burada yapacağınız her hamle Türk şiirine bir katkı olacaktır işte. Yanlış anlaşılmasın sakın, kendi şiirinizi bırakıp yazılanlara göre kendinizi yönlendirmiyorsunuz. Yazılmayanı bulup çıkarıyorsunuz. Yeni, yenilikçi şiiri işleyebilmeniz ve kendi biçeminizi bulmanız için günümüz edebiyatını iyi özümsemiş ve incelemiş olmanız gerekiyor (geçmişi iyice sindirdikten sonra)

Çam ormanına bir kayın dikmeniz gerekiyor, yaz günü yağmanız gerekiyor, herkes yanarken sizin üşümeniz gerekiyor ya da herkes yaşarken sizin ölmeniz. Çimenin yeşil olduğunu bilmek yetmiyor. Pigmentlerine inmek, fotosentezini gözlemlemek, ışığı neden depoladığını görmek ve gece neden yeniden insanlarla beraber normal solunum yaptığını anlamak gerekiyor. Kısaca önce sentezlemek, sonra yazarken şiirdeki duruşunu belirlemek, en sonunda da oturmuş şiir kimliğini yoğun emekle örmek gerekiyor. Çünkü şiir kalıplardan sıyrılmışı, özgürlüğü ve özgünlüğü sever. Dile hâkimiyeti, dilin içine girmeyi, dile sinmeyi ve dili sindirmeyi gerektirir. Algılarını açık tutmayı, özümsemeyi, sabretmeyi, dinlendirmeyi önemser.

Şimdi netice olarak ben, Türk şiirine çerçevesi çizilemeyen ama altı kalın kontörlerle çizilen, ufku geniş, kimyası oturmuş, kendi kişiliğini bulmuş şiirler bırakmak istiyorum. Yetiştirilen üzümlerden hep şarap yapıldı. Ben biraz pestil, biraz pekmez yapmak istiyorum ya da bazen bırakmak istiyorum üzümü kendi haline. Asma yapraklarının avuçlarına, kuşların yalnızlığına, zamanın uzun susuşlarına. Yoğun olarak insanın kendi açmazlarını, doğanın insanın merkezi olduğunu, toplumun açmazlarını vurgulamak istiyorum. Yalın sade anlaşılır bir dille anlaşılmayanı yazmak istiyorum.


Günümüz şiiri ve “genç şiir” üzerindeki düşünceleriniz neler?

PATİKA’da bu yıl yaptığım genç şair dosyası ilgi gördü. Şimdi ikincisini hazırlıyorum. Her dönem aynı tartışmaları görmüştür şiir tarihi. İkinci Yeni de 80 şiiri de hep bir genç şair kaygısına düşmüştür, o kadar verimli dönemler olmasına rağmen. Bugün eleştirmenlerimizin vardığı noktanın akabinde ben şunu söylemiştim; Bu şiir ve şair ölülerini yeryüzü bile almayacak. Sanırım haklıyım, çünkü o kadar çok öldürüp o kadar çok var ettiler ki.

Ben o dosya kapsamında genç şiirle ilgili şunları söylemiştim: Genç şairi 100 metre koşucusu değil maraton koşucusu haline getirmek olmalıdır. Çağ da insan da yalnız olsa, şiir yalnız değildir, genç şair de.

Hep aynı şeyleri konuşmak sıkıcı olacaktır. Ancak bugün genç şair diye nitelenen ve beğenilmeyen arkadaşlardır edebiyat dergilerini dolduran, şiir ödülleri alan, adına methiyeler düzülen. Bunları yapanlar da değerli şair üstatlarımız. Şunu da unutmamak gerekir ki, zamanın çırağı bugün usa olmuştur, bugünün çırağı da yarının ustası olacaktır.

Ben genç şiir konusunda aksine çok iyimserim. Zira biraz şiirden anlıyorsam, bugün gözlemlediğim birçok isim, 20 yıl sonra şiirimizin temel direkleri olacak şairlerdir. Çünkü şiir emek işidir, sarraf inceliğinde çalışma işidir. Ben birçok genç şairin altın tozu yutmuş olduğunu ve incelikli şiirler yazdığını görüyorum.


Böyle olgun şiirler yazan bir ozanla biraz geç mi tanıştık yoksa?

Bu soruya RAINER MARIA RILKE cevap versin benim yerime:

“Sanatçı olmak, hesap kitaplardan ve sayılardan el çekmek, öz sularını aceleye getirmeyen ve baharın rüzgârlı fırtınalı havalarında istifini bozmaksızın ayakta duran bir ağaç gibi olgunlaşma sürecinden geçmektir. Ya baharın ardından gelmezse yaz, diye bir korkuya kaptırmaz kendini ağaç; yaz gelir hep çünkü ama önlerinde bir sonsuzluk bulunuyormuş gibi öylesine tasasız bir suskunluk, öylesine bir enginlik içinde bekleyen sabırlıları gelir bulur ancak. Her gün öğrendiğim, Tanrının her günü şükranla bağra basılan acılar içinde öğrendiğim bir şey var: Sabır her şeydir. ”

Sona yaklaşırken size “şair” desem:

Lâlfabe’den birkaç dizeyle cevap veririm:

“her bahar yatırır kuruyan kabuğunu
kadın suyuna
başlatmak için yeni bir yalnızlığı! “

Ve ek olarak:

“boş çerçevede resmi
resimde boş çerçeveyi görür” derim.

size “aşk” desem:

yine aynı kitaptan us şiirimden birkaç dize söylerim

“şu yazlık bakışın su azlık
şu aşka esin sesin su esen
her kesikten bir şiir
her kapıdan bir eşik edinen”

insan desem:

“fark ettim
yaşadığını fark edince ölüyor insan”


Ve eğer birde bana “yaşam dersen” şunları söylerim sana:

“yaşam demiştim akan yerlerinde insanın”


Teşekkür ederim.

İçinize dökülen sonbahar yaprakları hiç süpürülmesin. Çünkü insanı ayakta tutan güz rengidir. Çürüyen yapraklardır insanın toprağını yenileyen ve besleyen.

ONUR ZAFER CEYLAN

Hiç yorum yok: