KENDİSİYLE YAPILAN SÖYLEŞİLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KENDİSİYLE YAPILAN SÖYLEŞİLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Aralık, 2007

SÖYLEŞİ // ONALTIKIRKBEŞ/EYLÜL-EKİM 2007

Adınız soyadınız?

MUSTAFA ERGİN KILIÇ

Hangi okuldan mezun oldunuz?

ODTÜ

Dayımın bir arkadaşı; “İnsanlar ikiye ayrılır, ODTÜ’’lü olanlar ve olmayanlar” derdi, siz bu tesbite katılıyor musunuz?

Aslına bakarsanız bu tespite öğrencilik yıllarımda katılmıyordum. Çünkü bu okulda okumanın zorluğu ve kasveti insana ne gibi bir ayrıcalık kazandırabilir diye düşünüyordum. Ancak zaman geçip iş hayatına atıldığınız zaman bu insanların farklılığını daha iyi anlayabiliyorsunuz. Hayata bakış açıları, konulara ve insanlara yaklaşımları, vizyon sahibi olmaları iş hayatında onları öne çıkarıyor. Şimdi ben bir firma da yönetici olarak çalışıyorum ve işe alımlarda ODTÜ mezunlarının özgeçmişlerine öncelikle bakıyorum. Belki bunu yapmam doğru değil ancak otomatik olarak beyin böyle birşeye şartlanıyor demek ki. Bir bağlılık oluşuyor. Bu insanların iş hayatındaki farklılığını, liderliğini, atılımcılığını, sorunlarla baş edebilme yeteneklerini gördükçe daha da önemsiyorsunuz. Tabi bir genelleme yapmak doğru olmaz ama var böyle birşey. Söylediğin kesinlikle doğru.

Bir diğer taraftan bakıldığında, yalnızca iş hayatına hazırlamanın dışında ODTÜ’nün bir avantajı da insanı sosyal olarak da hayata hazırlamasıdır. Mesela sanatsal aktivitelerin etkin bir şekilde kullanılması, insanın farklı bir dünya da farklı yeteneklerini sergileme imkanı vermesi açısından da önemlidir. Ben mesela ilk şiir etkinliklerine burada katıldım. Düzenlenmesine katkılar sağladım. Sunay Akın ve Akgün Akova ile burada tanıştım. Ki çok benimsediğim şairlerdir. Çok farklı şiir soluklarıyla edebiyatımızda yerlerini almışlardır. Dolayısıyla ODTÜ ilk ciddi şiirlerimi yazmaya başladığım, bugün halen yaşadığım aşkın temellerini attığım üçüncü kitabım olan“desibel” ‘in birçok şiirinin yazıldığı yerdir.

Şimdi dönüp baktığımda geriye ne çok şey yaşamışım. Hayatımın önemli kavşaklarından biri olmuş. Okuldan ilk diplomayı alıp çıktığımda bir daha geri dönmemek üzere çıkıyorum demiştim. Ancak yukarıda da bahsettiğim bağlılık konusu bırakmadı yakamı zira. Hani nefretten doğan aşklar vardır ya belki de böyle birşey. Çünkü içinize birşeyler sinmiş bu okuldan. Yeri geldiğinde aklınız yeri geldiğinde göveniz kalmış. Diktiğiniz ağaç boy vermiş, dallanmış yeşermiş. Onunla da kalmamış meyve vermiş. Elinizde bir ibrik sulamaya gitmişsiniz. Eylül ayı gelmiş yeryüzündeki en güzel fotoğraflarını vermeye başlamış yine ODTÜ. Her yer yaprak ve at kestanesi. Yollar kapanmış. Bir muğlaklık. Sizi içine çeken bir yalnızlık. Yaprakların dallarını bırakma zamanı. Bir ayrılık. Kahverengi bir ton. Kağıdı kalemi eline alma zamanı. İşte şair böyledir. Kim size şiir yazdırıyorsa ondan kopamazsınız. Sonra mayıs gelir. Yine görkemli ağaçlarıyla size poz vermeye başlar ODTÜ. Ağaçların çiçek açması içinizin açılmasıdır. Bahar inceden inceye işler kanınıza motiflerini. Bir heyecan sarar sizi. Altında oturduğunuz ağaçlar, bir rock konserinde içtiğiniz biralar ve ıslaklığını paylaştığınız çimenler hatta yeşilini, kurumaya başladığınız bazı günler!

Şimdi bir daha dönmemek üzere çıktığım okulda neler yaşamışım diyorum meğer. Okuduğunuz yıllarda sınav stresiyle geçen zaman oysa neler katmış hayatınıza. Belki de romantik bir aşık olmayı öğretmiş, belki de at kestanelerinin şiirini yazdırmış. Belki üst katına oturduğunuzda bütün ormanı ayaklarının altına alan kütüphanesinde, ders yerine dize düşünmenizi sağlamış. Belki de yalnızlaştırmış, sizi size bırakmış. Kendi halinizde kalmayı öğrenmişsiniz, kendi halinizde bir örümcek gibi ağını kurmayı, bir koza gibi incitmeden yaşamı solumayı. Kendini o uçsuz yollarına vurmayı ve yürümeyi kilometrelerce. Bir kış günü yolda kalmayı karla ahbap olmayı, tipiye tutulmayı. Belki de bir akşam vakti ormanında yürürken yolunu kaybetmi ve bulmayı. Kaybetmeyi ve bulmayı öğreniyorsun. Bir tilkinin yol kenarından reflektör gibi gözlerinden kendine ışık edinmeyi. Her sabah yurdun bahçesine indiğinde seni bekleyen kediyi görmeyi. Peyniri bölüşmeyi. O yoksa ekmeği. O da yoksa dokunarak ellerini. Kısaca hayatı tutabildiğinden yerinden. Ve kendine doğru çekmeyi. Ve yaşamayı ve sevmeyi.


İlk şiirinizi ne zaman yazdınız?

İlk şiirimi ilkokulda yazdım. Her cumhuriyet bayramında, her 23 nisan’da gür sesiyle okulun bahçesinde şiir okuyan bir çocuktum. İlk denemlerimi o vakit yapmıştım bayram şiirleri yazarak. Daha sonra orta okulda edebiyat dersinde anneler günü için yazdığım bir şiiri sınıfta okumanın ardanından edebiyat öğretmenimin +1 verdiğini hiç unutmuyorum. Bu yıl sonunda karneme vereceği nota bir not daha ilave edeceği anlamına gelmekteydi. Zaman içerisinde bu tutku büyümeye başladı.

Çocukların edebiyatla ilgilenme yaşı, kaç gibi olmalıdır size göre?

Aslında edebiyat ile ilgilenme yaşı gibi bir sınırlama getirilemez. Bunun doğal bir süreçle başlatılması gerekmekte. okumaya ve yazmaya başlar başlamaz ev halkının da etkisiyle kişi otomatik olarak kendi okumaya sürüklenebilmelidir. Sabah kalktığında balkonda gazete okuyan bir baba ve yatağına uzanmış kitap okuyan bir anneyi gören çocuğun da eline birşey alıp okumaya başlayacağını düşünüyorum. Kısaca bu doğal bir süreç. Yalnız aile bunun tetikleyicisi olursa, çocuk da kendiliğinden bir okuma alışkanlığı edinecektir. Şimdi ben binlerce şiir kitabının bulunduğu kütüphanemden birilerinin zaman zaman meraklanıp, birkaç kitabı karıştırmasını beklerim. Çünkü orada herkesin ilgisini çekecek şiirler olduğunu düşünmekteyim. Ancak toplum olarak okumaya hep uzak kaldık ve sevmedik nedense. Oysa okumaktır insanın yalnızlığını alan. Hırsını dizginleyen. Ruhunu dinginleştiren. Düşünmesini ve sorgulamasını sağlayan. En önemlisi entellektüel bir birikim yaratıp, bir toplulukta insanlara faydalı birkaç bilgi vermeni sağlayan. Çünkü insanın hayattaki tek varlığı birikimidir. Birikim herşeydir. İnsanı yöneten ve hayatta bir yere taşıyan her konuda edindiği birikimdir.

Yaptığınız işin şiir yazmanıza katkıları oluyor mu?

Ben bir firmanın dış ticaret yöneticisiyim. Yaptığım iş direk olarak seyahatlerle de bağlantılı olduğu için, farklı kültürler şiirimi besliyor. Hayata bakış açımı değiştiriyor ve genişletiyor. Şiirime çeşitlilik getiriyor. Kısır döngüden kurtulmamı sağlıyor. Dünya da olup biteni yerinde izleme olanağı veriyor. Etopya’daki aç insanla zaman gerçirmene fırsat tanıdığı gibi, Dubai’de Burjel Arab otelinde yemek yeme fırsatı veriyor. Dolayısıyla bir yazarı besleyen en önemli şeyi yaşatıyor size kaosu. Bu içinden çıkılmayan girdap ve sorgu sürecidir insanı besleyen. Bu yeryüzünün adeletsizliği ve tutarsızlığıdır insanı yazmaya iten. Bu tanrının insanlık üzerinde nasıl bir dağılıma gittiğinin sorgulanmasıdır insanı körükleyen. Tezatlıklardır bir şairin ülkesi. Karmaşadır. İçinden çıkılmaz haldir. Bununda şiirlerini yazdım. Hâl değişimi başlığı altında bu değişimlerin şiirlerini de yayınlama başladım. Gam Kuşağı adlı dosyamın alt şiirlerini oluşturmakta bu şiirler. İşte şair bu değişimi yaşadığı sürece etkin kalır ve farklı izleklerde farklı duruşlarla yazar şiirini. Yaratıcılığını korur. Üretkenliğini muhafaza eder. Milyon yıl önce arabistan nasıl denizse milyon yıl sonra da bugün erimeye başlayan buzullar çöl olacaktır. İşte şair budur. Bu dengesizliğin arasından bir denge kurmaya çalışır. Yeryüzüdür şair. Ve bu farklılığı ve bu farkındalığı işler şiirine.



Sizce; şiir ve matematik arasında nasıl bir bağlantı vardır? Ya da var mıdır?

Bu soruya değerli hocam büyük şair Hüseyin Avni Cinozoğlu cevap versin. Zira ikinci kitabım Beş Duyum’un arka kapak yazısına bakınız neler yazmış bu konuyla ilgili:

“İronik bir dille hayatın değişik koordinatlarını içerecek imgeleri, kendine özgü bir buluş tekniğiyle başarması gözlemleniyor. Yüzey ve derin yapı özgün mecazlarla birbiri üstüne bindirilmiş. Bu nedenle genç şairler arasında yakın bir gelecekte adı öne çıkacak bir şair.

Sözcüklerin hece düzeyindeki konstrüksiyonları, bir sözcüğe yüklenen farklı anlam öbeklerini zenginleştiriyor. İlk bakışta biçimi önceler gözükse de, imgelerinin derli toplu olmasını yine biçimle sağlıyor.

Sanki şiirin de bir mühendislik gerektiğinin farkında, salt ilhamın bir olumluluk içermediğini kanıtlıyor.”

Bu görüşü buraya almamın sebebi görüldüğü üzere yazdığım şiirin altyapısının bir mühendislik barındırdığı söylüyor. Şiirimin bir matematik zemin üzerinde oturduğunu ve ince hesaplar neticesinde tüm örgü ağının kurulduğunu söylüyor. Demek ki şiir matematiği de yeri geldiğinde bünyesinde barındırabiliyor. Bir binanın inşası gibi şiir de tek tek kurulabiliyor bazen. Bir yapı oluşturuluyor hem ses hem içerik açısından. Bu arada anlamın yaratacağı anafordan da kaçınmıyor benim şiirim. Bir çarpıcılık sunuyor. Şiirimi ben MODERN ELİT DİNAMİK ŞİİR olarak adlandırıyorum. Yenilikçi, özgün ve zinde. Şiirde zindelik çok önemlidir okuyucunun hemen soluyabilmesi için. Ve dönüp dönüp tekrar okuması için. Şiir hem imge yapısı hem de ses ve anlamsal bütünlüğünü hep yeni tutmalıdır kendini ön plana çıkarsın.

Konuyu biraz daha açar edebiyattan bilime doğru taşırsak, sizi etkileyen Matematikçiler kimlerdir?

Önce yeryüzünden başlayalım sonra kendi karalarımıza gelelim. Milattan öncesine bakmak gerekirse ilk olarak akla gelecek isimler Thales, Pisagor, Euclid (Öklit teoremi, Pisagor bağlantısı da buralardan gelmekte bildiğiniz üzere). Milattan sonra ve günümüze doğru gelirsek; fonksiyonlarda çığır açan Fransız Bernoilli, yine Pascal ve Newton’u da burada saymamız gerekecektir.

Türkiye’nin çıkardığı değerli matematikçi, bilim adamlarından ise ilk aklıma gelenler Selman Akbulut, Cahit Arf, Ali Nesin olacaktır.

Madem matematik ve şiiri konuşuyoruz. Nesin Vakfının "matematik köyü" ile ilgili düşünceleriniz nelerdir?

Önce Ali Nesin’den bunun doğuşunu bir okuyalım: “Alabildiğine özgür olacağımız bir yerimiz olsa... Kimse kimseye karışmasa... İstediğimiz zaman (örneğin sabah akşam) matematik yapabilsek... Sadece müzik dinlemek istediğimiz zaman müzik dinleyebilsek. Sessizlik hüküm sürse, daha fazla işimize yoğunlaşabilsek...Kendimize ait bir yerimiz olsa daha fazla gence daha iyi ve daha ucuza hizmet vermez miyiz? Her seviyede ve her yaşta matematikçi, öğrenci, eğitmen, araştırmacı, meraklı amatör aynı anda ve aynı mekânda matematik yapsa... Bilen bilmeyene anlatsa... Ne kadar olağanüstü bir şey olur. Böylece Aziz Nesin’in enstitü vasiyetini de bir anlamda yerine getirmiş oluruz. İşte bu hayallerden doğdu Matematik Köyü fikri.”
Şimdi şunları ben dahil herkes söyleyebilmelidir. Dünyanın başka bir yerinde bir matematik köyü yoktur. Dolayısıyla önem arzetmektedir. Topluma ve bilime katkılarını kimse yadsıyamaz. Tabi burada Nesin Vakfı’na sanatsal ve toplumsal açıdan yüklenen misyonun çerçevesi, matematik köyüyle birlikte bilimsel bir zenginlikle de iyice genişlemiş oldu. Zaten Prof. Dr. Ali Nesin gibi bir değerin olması da, matematik köyünün en önemli kazanımıdır.


Türk ve dünya şiirinden en sevdiğiniz 3 şairi nedenleriyle birlikte söyler misiniz?

Bu konuyu dünya şiirini içine alacak şekilde açarsak üç isim vermemiz olanaksızlaşır ve liste uzar. Zira bir şairin üç isimle sınırlı kalması bana göre bir kısırlıktır. Tüm dünya edebiyatını ele alınca her ülkeden iki veya üç isim saymak gerekecektir. Eluard, Kavafis, Cibran, Brecht, Neruda, Rilke hemen aklıma gelen isimler olarak sayayım. Ancak bu üç hakkımı Türk şiirinden yana kullanmak isterim. Tabi ki biraz listeyi yine uzun tutarak. Biraz farklı şiiri seviyorum ben. Ve birçok şairin yazdığı şiiri aynı buluyorum. Genç nesilden bahsetmiyorum burada. Yıllardır şiirin içinde olan şairlerden bahsediyorum. Şairin sesi biraz farklı olmalıdır. Bu anlamda Yılmaz Odabaşı ve Nevzat Çelik bir yere konulmalıdır. Seksen şiirinin öncülerinden olan ve toplumsal şiiri tomplumun sinesine vuran. Duyarlı ve içten. Toplumun derdini şiire indirgeyen. Diğer atarftan bir Oruç Arıoba şiir de tektir benim için. Eğer şiir yazmadığı söyleniyorsa onu da kabul ederim. Çünkü o da felsefeyi ve sözcüğün özünü şiire yedirmiş bir şairdir. Arif Damar, Gülten Akın, İlhan Berk ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı yalnızca şiirleriyle değil şiire verdikleri emek yüzünden de severeim. Türk edebiyatının yaşayan dört çınarı benim için. Sina Akyol gerçek bir sözcük ustası ve şiir işçisi olarak bana sözcüğün nasıl kullanılması gerektiğini ve dört beş sözcükle nasıl şiir yazılması gerektiğini öğrettiği için severim. Haydar Ergülen ve Küçük İskender’i şiiri biraz daha farklı ve özgün algıladıkları ve yenilikçi yaklaştıkları için severim. Rahmetli Metin Altıok’u acının şiirini yazdığı ve acı bir ölümle aramızdan ayrıldığı için severim (soyadından dolayı severim, gerçi artık o da kalmadı da!). Kader gibi sanki. Yıllarca acıyı yaz ve Sivas olaylarında yanarak can ver. Ne acı! Can Yücel’i korkusuzca sistemi eleştirdiği, hayatı şiire indirgediği, şiirde easlı küfür ettiği ve şiirdeki mertliğinden dolayı severim. Dolandırmadan ve yapaylıktan uzak direk hayatı yazdığı için. Varolanı yani bizi insanı. Olanı biteni. Süreya Berfe’yi fokların şiirini yazdığı için severim. Abdülkadir Budak’ı düz, sade ve oldukça yalın bir dille hayatın içini anlattığı için severim. Nuri Demirci’yi çok etkileyici imge ağından ve şiir sesinden dolayı severim. Sunay Akın’ı hayatta detay deyip atladğın bir şeyi şiirselleştirdiği ve her şiirde bir mesaj verdiği için severim.

Hayatta neden bitmez sevmek için. İlk şiirlerim ikibinli yıllarda yayınlanmaya başladığı zamanYom Sanat dergisinde Bayram Şekeri isimli şiirim şöyle bitiyordu: neden deme/ nedensiz sevdim seni ben be

Türk şiirinin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türk şiirinin gelemeceği hakkında diye soruyor bu soruyu üstatlar. Çünkü çok karamsarlar şiirimizden. Hergün yüzlerce yeni şiirin yazıldığı ve yeni şairin çıktığı edebiyatımızda (abartmıyorum dergilerimize bakarsanız görebilirsiniz) ve hergün ben de şairim anlayışıyla dergi çıkarıp şiir yayınlayan şairlerin oluşturduğu bir edebiyat ortamı ne kadar sağlıklı olur bilmem ama ben bu derece karamsar değilim. Şu an size son üç dört yılda sivrilmiş genç şiir yazan birçok şair ismi verebilirim. İşte bunlar edebiyatımızın birer kazancıdır. Ben Türk şiirinin geleceğini yazılanı yazmamakta, yapılanı yapmamakta, işleneni işlememekte buluyorum. Yenilikçilikte ve farklı olanı yaratmakta buluyorum. Bunun kabülü bir zaman alsa da taşlar yerine oturdukça değer göreceğini düşünüyorum. Yukarıda da bahsettiğim gibi ben kendi adıma kendi yolumu MODERN ELİT DİNAMİK ŞİİR’de çizdim. Özgün, farklı bir şiir yazdığımı iddia ediyorum ve benim gibi birçok arkadaşımın da olduğunu düşünüyorum. Yazdığım şiirin hem içerik, hem imgesel hem anlamsal hem de sözcük çeşitliliği açısından tamamen farklı ve kendine has bir şiir olduğunu düşünüyorum. Yaratımış yeni bir değer olarak görüyorum ve türk şiirine bir ivme kazandıracağını savunuyorum. Şimdi benim gibi birçok şair arkadaşım bu uğurda hergün mücadele veriyor. Mücadelenin verildiği yer henüz kaybedilmemiş demektir ve geleceği bir yer var demektir. Dolayısıyla Türk şiirinin önünün açık olduğunu söylüyorum. Ve bu dinamikliğini sürdüğü sürece sürekli olumlu mecralarda yer değiştirerek yol alacağı kanaatini taşıyorum.

Son kitabım desibel’den şu şiirimle son sözlerimi söylemek istiyorum, Türk şiirinin nereye geleceğine ya da nereye geldiğini göstermek amacıyla:

dar açı
bir insana gövdesini
ve ruhunu verir taş
yaşaması için…

baktım doldu gökyüzü
kırdım tüm dallarımı

topladım karanlıklarımı
baktım yarasalar yara sarar
yaşamalı insanlar!

toprağın verimine kısırdım
meyvenin keyfine çürük
gövdenin lehimine vehim

sırdım kaygıdan zırh
saygıdan sabır
aynada konuşan kahır
sanrı tanrıya

dedim ki bir kuş yorulur
gökyüzü daralırsa
bir ağaç yorulursa
gökyüzü ölür
üzüm hüznüyle çürür
asma yaprağı
aşk üzümle emekler
şarapla büyür

tüketmekmiş tükenmek
dedim ve bir daha
bakmadım olanlara!

20 Temmuz, 2007

SELÇUK ARAT SÖYLEŞİ: ANDIZ /TEMMUZ AĞUSTOS 2007

1)
Sevgili, Mustafa Ergin Kılıç;
Edebiyat dünyasına mensup kişiler arasında çirkinlikler son dönemlerde sıklıkla yaşanmakta. Birbirinin arkasından konuşmalar, çekememezlikler, ikiyüzlülükler... Özellikle internetin bu alana girmesi ve sanal dünyada “rahatlığından ve serbestliğinden” ileri gelen “dik başlılık, sorumsuzluk, dışa vurum” gibi tutum ve davranışlar, daha çok sergilenir, alenen yapılır ve çok kısa sürede yayılır oldu diye düşünüyorum.

Hiç şüphesiz aynı ortamı paylaştığımız bu dünyanın böylesine kirli olmasının, önce bireylere, sonra da edebiyatımıza çok ciddi darbeler vurduğuna inanan biri olarak, şunları sormak istiyorum:

Sizce bu kirlilikten söz etmek mümkün mü, böyle bir tablo var diyor musunuz siz de? Bu pencereden baktığımızda, sizi mutsuz kılan neler var? Nedir Türkiye’de edebiyatı çirkinleştiren, kimlerdir ya da? Oysa edebiyat, hem sözcük, hem de anlam bakımından, başlı başına bir güzellik…

Şimdi her daim söylediğim bir şey vardır. Hayatın her noktasında olduğu gibi edebiyat alanında da insanı ele almak gerekir. İşte hayatın zorluğu da burada. Ben hep insanın mayasıyla ilgilendim bugüne kadar. Çünkü yeryüzünün ve doğanın altyapısını atan bunu temellendiren insan mayasıdır. Bazen hamur ekşiyebiliyor. Hâlbuki annelerimiz yoğurduktan sonra mayalanması için hamurları sıcacık sararlardı. İşte bozuluyor demek. Sonradan ne oldu PAKmayalar çıktı. Hazır mayalar. Hazırlanamayan mayalar hayata ve insana! Kirliliği yaratan insan egosu ve insanın yenilmezliğidir. Oysa ne demiş Max Jacob “Şair Olmak İçin Öncelikle Bir İnsan, Sonra Şair Bir İnsan Olmak Gerekir”

Sanatın her dalında olduğu gibi edebiyat özellikle şiir bir rehabilitasyon merkezidir insan için. Ki tüm bu sıkıntıları çıkaran edebiyatçılar dolayısıyla şairlerse, bu incelikli dizeleri yazan, adeta yeniden yaşanılır kılınacak hayatlar üretmeye çalışan; hayat mühendislerinin sorumsuzca davranıp birbirlerini yıpratma politikalarını onaylamak olanaksızdır. İşte söz yeniden her şeyin temeli insandır kavramına gelip dayanıyor. Şimdi zamanımızı bu gibi lüzumsuz şeylerle meşgul edeceğimize bir çiçeğin bunca global iklim değişikliklerine, bunca sıcaklık farklarına, bunca zamansız düşen kırağıya rağmen direnip; insana bir ders verircesine açmasında bir anlam arasak diyorum. Dağların altında madenler arayacağımıza içimize verilen insan cevherini çıkarsak, bunu işlesek diyorum. Yapa ve yalpayalnız nesiller yetiştireceğimize biraz daha tutsak birbirimizin elinden. Bakınız camın pervazına sofra bezinden döktüğünüz üç beş parça kırıntıyı nasılda beş güvercin paylaşıyor. Bizler insan olarak somunların peşine düşmüşüz. Hem de bir edebiyat dünyasında! Oysa insanı ve şiiri kırmak yerine, kucağımıza istiflemek istediğimiz ve kalbimizde körüklediğimiz ego sorunundan kırsak biraz, suların nasıl daha berrak ve potansiyelini kinetiğe çevirerek heybetli aktığını görürüz o vakit.

Buradaki ana sorun, bireyden başlayan egoizm ve benmerkezcilik. Bu toplumları da direk etkiliyor dolayısıyla. Toplumsal tehlikelere ön ayak oluyor. Dünya haritaları çıkıyor, reserv yerleri belirleniyor ve ülkeler bölüşülmeye başlanıyor. Bugün Amerika’nın tutumu önüne geçilemez bir üst ego, sahip olma dürtüsü ve yaparsam olur yaklaşımından başka nedir ki. İşte dünya insanları olarak bu tip modellerin temelini çoktan atmışız bile. İşte şiir ve edebiyat ve sanat burada devreye girip ve şair olarak bizler kendimizi ehlileştirmeyi öğrenmeliyiz. Çünkü edebiyatın çirkinliği insanın çirkinliğidir. Ham maddeden başlamalı değişim. Yoksa ürün daima kötü olacaktır. Nesiller boyu bunun önüne geçilemeyecektir.

Şöyle demiştim 20’li yaşlarda ilk şiirlerim yayınlanmaya başladığında “önce kendimi ehlileştirdim hayatı anlamak için, sonra hayatı ehlileştirdim kendimi anlatmak için”


2)
Neler yapılmalı Türk Edebiyatı’nın geleceği için? Yeni kuşaklar nasıl bilmeli, nasıl öğrenmeli edebiyatı?

Edebiyat bir birikim işidir. Bir donanım. Öğrenmek istemekle de öğrenilesi bir şey değildir. İnsanın DNA sarmalında olması gereken, genlerine işlenmiş bir veridir. Tabiî ki buna aile, çevre ve eğitim çok etken olacaktır. Ancak temeli okumaya dayanan bir sosyal bilimin, aşısının çocukken yapılması gerekmektedir. Bir insan gençlik yıllarda tamamen kendini popüler kültürün ellerine teslim etmişse; Tanzimat’ı, Cumhuriyet Edebiyatını, İkinci Yeni’yi bilmiyorsa; James Joyse (Ulysses), Kafka’yı (Yabancı), Hesse’yi (Siderta), Dostoyevski (Karamozov Kardeşleri), Paz’ı, Çehov’u dünya edebiyatını özellikle Rus edebiyatını bilmesini bekleyemezsiniz. Diğer bir yandan edebiyat şiirden de ibaret değildir. Bugün yeni nesilden kaçı Hasan Ali Toptaş’ı, Cemil Kavukçu’yu, Selim İleri’yi, Nedim Gürsel’i, Burhan Günel’i, Vecihi Timuroğlu’nu biliyor.

Bugün PATİKA’nın toplantılarına dışarıdan davet ettiğimiz arkadaşlara hangi edebiyatçıları okuyorsunuz diye sorduğumuz da Yılmaz Erdoğan, İbrahim Sadri, İclal Aydın, Yaşar (sanatçı olan), Güler Kazmacı cevabını alıyoruz ( Oysa Enis Batur’a İclal Aydın’ı sorduklarında “Böyle bir yazar mı var Türkiye’de. Yok. Olsa önce ben bilirdim” dediği gibi. O vakit siz koskoca Haşim’i, Nazım’ı, Süreyya’yı, Ayhan’ı, Uyar’ı, Berk’i, Berfe’yi, Anday’ı nereye koyacaksınız ve ne diye tanıtacaksınız.

Dolayısıyla birileri bir takım kütüphanelerden çekip çekip kitapları yalnızca göz dolgunluğu için daha çocuk yaşta belli başlı eserleri çevremize koymalı. Sobanın kenarındaki minderin yanında, kaloriferin üstünde, cam kenarında, mutfak masalarında. Ve dolayısıyla ilk bellekte bilinçlenme ve beyinde kabullenme süreci başlamalı. Tabi hepsinden önce toplum olarak bu kültür seviyesine erişmemiz gerekmekte. Onlarda haklı aslında hangi yazarı takip edeceklerini şaşırıyorlar. Her yeni gün beş on tane kültür mantarı beliriyor çevremizde! Toplum bir kültür şizofreni geçirmeye başlamış!

3)
Genç şairlere (ki sizi de aslında bu sınıfa koymak mümkün) baktığınızda, onların şiir anlayışlarında ve poetik duruşları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Kendine nasıl bir izlek belirleyen ve neler yapan gençler Türk şiirinin geleceğinin temellerini oluşturacak?

Bu sorunun cevabını PATİKA genç şair soruşturmasında da vermiştim. Ancak oraya geçmeden önce şunları belirtmek gerekmekte. Bugün Türkiye’de 30 yaş altı çok başarılı birçok şair sayabilirim size. Her şeyden önce genç arkadaşlarımız yazdıkları yenilikçi şiirlerin yanında, bir sinerji yaratarak farklı tarzlarda şiir anlayışlarıyla da edebiyattaki yelpazeyi genişletmekteler. Bugün Türkiye’de var olan somut şiir diye bir kavramı kimse yadsıyamaz. Yine divan şiirinin peşinden giden, bunun çok modern ve başarılı örneklerini veren genç arkadaşlarımızı kimse yok sayamaz. Yine kendi içlerinde toplumcu imgeci şiirin başarılı örneklerini veren (ki bende bu konuda öncü şiirler yazdığımı düşünmekteyim) Şiire daha yenilikçi bakan, sürekli ivmelenmesi ve devinim halinde olması gerektiğini söyleyen ben ve benim gibi birçok arkadaşım şiir bayrağını bir yerlere taşıma derdindeyiz. Yine Lacivertsanat oluşumunda bulunan birçok genç şair arkadaşın şiir konusunda ne kadar emek sarf ettiğini yalnızca bir şair değil dergici olarak da gözlemlemek de ve yakından takip edebilmekteyim.

Ben kendi şiirimin dinamiklerini nelerin oluşturduğunu MODERN ELİT DİNAMİK ŞİİR BİLDİRGESİ adı altında sunacağım yakında. Aşağıda genel duruşu ile ilgili açıklamalarda mevcut.

“Bir bahçe hep aynı kalmamalıdır. Geçen bahar begonvilse bu bahar çitlembik açmalıdır. Şimdi buna iklim ve toprak müsaade eder mi diyeceksiniz. Burada Pavese’nin yine şu sözleri cevap olabilir: “Şiirin başlıca temeli, daha şiir başlamadan şairin imgeleme yetisinde tohum olarak yaşayan o duygudaşlık bağlarının, o biyolojik saplantıların önemini bilinçaltı bir duyarlıkla sezmektir”. Dinamik şiirin dinamizmini tetikleyen de budur işte. Bir tarla pamuk ve pirinçten sonra, tütün de verebilmelidir. Dinamik şiirin temel ilkesi çeşitliliktir. Anlamda, kavramlarda, dilde, şiir yapısında, imge örgüsünde, seste çok çeşitliliktir. Dinamik şiir yaşayan bir şeydir”

Şunu söylemek istiyorum benim üzerinde çalıştığım bu şiirin geleceğin şiiri olacağı konusunda hiç tereddüdüm yok. Bu konuda yenilikçi davranan arkadaşların da 2000’li yılların şiirinde öncü olacağı kanaatini taşımaktayım. Çünkü bu sıradan kalıpları kırmadıkça, imge de özgünleşemedikçe, şiirin kalıpları zorlayıcı, yıkıcı yeniden yapıcı, yıkıcı yeniden yapıcı olduğunu kabullenmedikçe, şiir meşalesini gençler olarak bir yere taşımak olanaksızlaşacaktır.


4)
Şiirin o kutsal sularına yelken açalım ve şiiri tanımlayalım dilerseniz. Nedir şiir sizin için?
Şiir bir iç kanamadır. Şiir yalnızlığınıza örttüğünüz bir örtüdür. Şiir bir başkalaşımdır. Şiir insanın karanlığıdır. Işık aldıkça fenalaştığı, soludukça kendinden sızdığı ve yavaş yavaş eksildiği bir yanıdır. Şiir aslında evrensel kümedir.

Şair gözünden bazen şiir boş kümedir! Sen eksilirsin o tamamlanır. Sen bölünürsün o çoğalır. Sen kısalırsın o uzar. Ve yekun aldığında bir çift göz çıkar ortaya. Kalbine iliklediğin bir çift söz. Ama şiiri doyuran okuyucudur. Bu da bu ülkede mümkün olmadığı için şairin yalnızlığını şiiri de çeker!


5)
Şiirlerinizde yer yer toplumcu imgeci tutumlar, yer yer modern şiirinde kalıplarından sıyrılarak farklı bir izlek sürmektesiniz. Şiirde sözcüğün ne kadar da önemli bir yer teşkil ettiğini, şiirin ahengi ve mihengi olduğunu gösterme çabası sezmekteyim. Sözcük de, dize yapısında ve bir bütün olarak şiirlerinizde yenilikçilik gözlenmekte. Neler söylemek istersiniz bu konuda? Neler anlatır şiirleriniz?

Tespitlerinizde tamamen haklısınız. İşte tüm bunlar dinamik şiirin dinamikleridir.

Modern Elit Dinamik şiirin altyapısı her sözcüğün şiirde anahtar olma eğilimidir. Dize içerisindeki sözcükler kendi anlam ve içeriğini zorlayarak şiire bir doğurganlık getirir. Burada amaç her sözcüğün başlı başına bir şiirin yapı taşı olduğunu sergilemek ve bir sözcüğün bünyesinde barındırdığı nitelikleri ortaya çıkarabilmektir. Sözcüğün şiirdeki etkisini ve yaratıcılığını vurgulamaktır. İnsanın hücre yapısının önemi gibidir. Uzun vadeli yaşamak için (bir şiirin kalıcılığı ile bağdaşır) nasıl hücrelerinin kendini yenilemesi gerekirse, şiirde de hücre sözcüktür. Hep kendini yenileyen anlam olarak büyüyen bir boyut kazandırmalıdır. Her okunulduğunda yaptığı yeni çağrışımlarla belleği zorlamalıdır. İmde şiirin kalıtsalıdır. Şiir her okunduğunda farklı bir anlamla bizleri selamlamaktadır.

Dinamik şiirin derdi insana her dizeyi motif motif işlemektir. İğneyi batırmaktır. Renk renk ipliklerle farklılığını insan belleğinde kayıt altına almaktır.

Dinamik şiir kendi içerisinde dizeler arası ve sözcükler arası göndermeler yapar. Böylece şiiri daha akıcı, sözcükleri daha kalıcı ve şiiri de bütünsellik açısından akılcı kılar. Şaşırtıcılığı da buradan gelir. Şiir her dize de yenilikçiliğiyle yaratıcı imgeleriyle, anlamdaki çok çeşitliliğiyle ön plana çıkar.

Aslında ben şiirimi çok geniş bir perspektiften ele alırım. Şiirim yeryüzünün bir yansımadır. Şiirim hüznün bir yansımasıdır. Şiirim yalnız başına ama çok gür insanın insanda akmasıdır. Şiirimin temelini aşk, insan ve toplumdur. Çünkü duyarsızlıktır hayatta beni çıldırtan. Eğer insansanız ve eğer bu yeryüzünde yaşıyorsanız, dünyadaki her olaya kulak vermek zorundasınız.


Bakınız Damar’ın Ocak 2007 sayısında yayınlanan Bağdat Bağdat’ karşı şiirim nasıl bitiyor

fışkırmak için yarık beklemezken su
güneşe bükmezken ay çiçeği boynunu
çocukların gazozu sökerken iliğini

duruyor insanlık
ölüm(ün) saatini kuruyor

Ve yine hangi çocukluk isimli bir şiirimin son kısmını burada sizinle paylaşmak istiyorum:

x
Türk bir çocuk Kürt
Kürt bir çocuk Türk
aynı harflerden yapılmış
doğada saf bulanan
ve birleşik ve bütün
119 derecede eriyen
444 derecede kaynayan kükürt

çocuk yaşamın dudağında uçuk
ikindinin dudağında büyüyen morluk
akşamın kucağında
kauçuk yürekli

ve bir misket gibi
yuvarlayan dünyayı!

Şimdi şunu söylüyorum bugün yeryüzünün dengeleri değiştirilemeye çalışılırken siz bir şair olarak buna sessiz kalırsanız, tüm toplumun vicdanın sesi olmayı başaramazsanız bu içinizde yara olarak büyüyecektir. Çünkü sanatçı topluma nefer olmalıdır. Topluma önder. Gönderi bayrağa çekmek sanatçının, bayrağı dalgalandırmak ise toplumun görevidir (tabi sanatçının da)

Şiirimin bir yanı aşka ve doğaya diğer yanı toplumun dinamiklerine dayanır. Dinamik şiirin temeli doğaya bağladır ve doğadan beslenir. Doğadaki süreğenlik ve akıcılık dinamik şiirin merkezini oluşturur. Bu hareketlilik doğanın temel bir yansıması olarak şiirin içinde belirir. Temel öğeleri doğanın içerisinde bulunan sözcüklerdir. Şiirin inşasını bu sözcükler teşkil eder. (bir dalın salınması, bir kuşun devinimi, uzun vadede de olsa bir toprağın usul usul kayması, bir nehrin doğanın rehberliğini üstlenip yeryüzünü gezmesi yine denizin kendi içerisindeki anafor gibi, yağmur tanelerindeki irili ufaklı ifadeler dinamik şiirin meşguliyetidir.


6)
“Şiirde arayışı çok severim” diyorsunuz. Bu arayış nedir? Ne olmalıdır size göre, açabilir misiniz?

Genç şiirin dinamizmidir. Yazılabildiği iddiasıdır. Eskiyenleri atmak ya da yamalamak değildir amaç. Yenisini dikebilmeyi bilmektir. Farklı formlarda ve modellerde her insanın ruhuna oturabilecek şiir beklentisidir. Her rengi kullanmayı bilmektir. Renkler arası geçişleri ve renkleri karıştırarak yeni yapıları elde etmeyi becerebilmektir. Amaç toplumun doygunluğu değildir. Ama beslenme ve şiirdeki çıkış noktası hayat ve toplumsa, toplumun şiirsel açlığına yanıt bulmasını bilmek gerekmektedir. Bir şair gökkuşağındaki tüm renkleri bünyesinde barındırabilir. Çok çeşitlilikteki kasıt şairin şiirini tüketmemesidir. Dinamik şiir geleceğe kalmak için çabalar. Bünyesinde hep bir soru işareti barındırır. Bir çözümsüzlük ve bir çıkışsızlık içerir. Dil ve anlamda hep yeni olanı dener. Çünkü var olanı tekrarlamak ve tekrar olanı var etmeye çalışmak, değişik formlarda sunmak günlük edebiyatın beklentilerini karşılayabilir. Şiir şairinin geleceğe bırakacağı en büyük yengi olmalıdır.

Dinamik şiir buluş öğesini şiir ve sözcük temelinde çok önemser. Şiire sürekli bir katkı ve sürekli bir çağrışımlar bombardımanı sağlamayı ilke edinir. Anlam örgüsünü, bütünlük yetisini ve imge tütsüsünü şiirde yakmayı unutmadan, en ince zekayı işlemeye gayret eder. Bu yüzden geniş bir perspektifi olan ve üzerinde çalışıldıkça kendini ele veren bir şiir ortaya koymaya çalışır.

Duyargaları sonuna kadar açılmış, toplumsal izlekleri içinde barındırmaktan korkmaz. Bir ressamın doğanının renklerini hassasiyetle işleyişini, bir heykel traşın her darbede yeni bir buluşa çığır açışını, bir sanatçının sesini çok çeşitli kullanışını, bir bahçıvanın gülü yeniden var etmek için budayışını kendine izlek edinir.

Sözünü İlhan Berk’in “Şiir duvarcının elinden düşürdüğü tuğlanın yere düşmesinde değildir/ havada asılı kalmasındadır” dizelerindeki yalvaçlığıyla, dinamik şiirde de neyi aradığını vurgulamak ister.




7)
“Şair, bana yağmurdan bahsetme, yağdır!” diyor Victor Hugo. Ne demiş olmalı sizce?

İşte şiirin gizemi ve efsunu da buradan gelmekte. Şiir anlatılmaz yazılır. Mallerme’nin dediği gibi “şiir sözcükler dinidir” . Şiir çatılır, ortaya çıkarılır ve doğum geçekleşir. Artık bu çocuğu her okuyucu kendinde farklı besler, büyütür ve benimsetir. Kimi yıllar sonra Yılmaz Odabaşı’nın Feridesi olur. Kimi yıllar sonra Nazım’ın Hürriyet Kavgası. Kimi Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı. Kimi Necip Fazıl’ın Kaldırımlar’ı. Kimi Atilla İlhan’ın Ben Sana Mecburum Bilemezsin’i. Kimi Orhan Veli’nin İstanbul’u. Bakınız herkes farklı sahiplenir ve farklı solur şiiri kendinde. Ve şiir şairinin önüne geçer. Ondan çıkar, bizim olur.

Demek ki şiir yazılır ve sahibine teslim edilir. Artık üzerinde düşünmesi gereken üzerinde yazması gereken okuyucudur. Şair annelik görevini tamamlamış ve şiirini doğurmuştur. Şimdi sıra okuyucudaki büyütme işlemindedir. Oğuz Atay’ın dediği gibi “Ben buradayım sevgili okuyucu, sen nerdesin”

8)
“Şiirde mühendislik gerektiğinin farkında. Salt ilhamın bir olumluluk içermediğini kanıtlıyor, Mustafa Ergin Kılıç” demiş, Hüseyin Avni Cinozoğlu. Evet, salt ilham şiirin doğması, oluşması ve tamamlanması için tek başına yeterli bir öğe değil! Sanırım bu tanıma sadece tuğlalardan örülmüş bir evi örnek göstermek yanlış olmayacaktır. Her halukârda ev örülmüş, fakat tamamlanmamıştır, öyle değil mi?

Şiirdeki bu mühendislik kavramını açabilir miyiz? Nedir mühendislik? Gençler nasıl birer mühendis olabilirler?

Bakınız aslında Cinozoğlu hocamla ile çok geniş şiir söylemlerimiz, şiir üzerine çalışmalarımız olmadı. Yalnız ne kadar gerçek bir şair olduğunu benim şiirlerimi okuduğunda anladım. Şiirimi benden daha iyi analiz eden biriyle karşı karşıyaydım.

Burada söylenmek istenen ilhamla şiir yazılmayacağıdır. Şiirin bir söz işçiliği, dize bekçiliği, zaman törpüsü, ömür eskisi olduğudur. Çünkü insana bir sevinç, bir aşk, bir ölüm şiir yazdırabilir. Ancak bu iç döküşten, kişisel bir günlükten öteye geçemez. Şiiri şiir kılan yazıldığından sonra üzerinde çalışılan süreçtir. Mühendislik konusu da buradan gelir. Temelinde şiir bir proje ve plan doğrultusunda yazılmazmış gibi gelse de, kaba hat çıktıktan sonra, taş taş örülür. İç aksesuarları ve cephe aksesuarları yerleştirilir. Mesela şiirde isim başlı başına bir iştir. Tüm bu detaylar da bir mühendislik inceliği, bir hesap duyarlılığı gerektirir. Şiiri yazdıran duygular değildir.

Bugün olduğunu kabul ettiğiniz bir şiiri üç ay sonra elinize aldığınızda şaşırabiliyorsunuz. Bu da her zaman şiirin hep bir süreç işi olduğunu göstermez. Bazen doğru bileşenlerin ve parametrelerin olduğu bir ortamda on dakika çıkan şiir yüzyıllık olabilir.

Ancak şiirin bir bilim olduğu muhakkak. Buradaki mühendislik mecaz. O hassasiyet ve yaklaşım gerekmekte. Bakınız şiir insandır. Bugün by pass ameliyatına giren bir kişiyi hayata döndüren nasıl 3-4 damarının değişimiyse, sizin de şiir diye yazdığınız şeyi, 1 yıl sonra elinize aldığınızda hayata döndüren 3-4 sözcük değişimi olabilir. Sonra şiir şiirliğini soluduğunu ve yeni bir yaşama başladığını fark eder. İşte şair de burada kalemini neşter gibi kullanabilendir. Ben çok şiirimi yıllar sonra dize dize silip geriye birkaç sözcük bıraktığımı bilirim.
9)
2006 Eylül ayında çıkan ilk kitabınız “Lâlfabe” nin ardından Kasım 2006’da “Beş Duyum”u çıkardınız. Biraz da kitaplarınızdan bahsedelim şimdi de.

Konuyla ilgi değerli üstatlarımızın görüşleri kısa kısa vermekte fayda görmekteyim.


İronik bir dille hayatın değişik koordinatlarını içeren imgeleri, kendine özgü bir buluş tekniğiyle başarıyor. HÜSEYİN AVNİ CİNOZOĞLU
”küçük harf kırgınlığı var bende” dizesiyle anımsayacağım şair, çağrışımlar getiren dizelere daha çok düşkün. Şiir yolunun başında, kararlı adımlarla yürüyen şaire selam olsun. AHMET UYSAL
“geçmişimi topladı sular bir kıyıya / düz ovada patika bulan kaygıya // küçük harf kırgınlığı var bende / büyüsem de bir cümleye başlasam / kendine yetmediğini anlatsam noktaya” (z), yüzündeki alfabeden kalanlar, lâlfabe... Ne güzel bitmiş şiir (ya da ne güzel başlıyor yeniden). Eline, yüreğine sağlık. Anlaşılan o ki, daha pek çok kez ellerimin arasına bir gül gibi konuverecek kitabın.
AZİZ KEMAL HIZIROĞLU

Oldukça duyarlı, nesnel bir adamın feryadı gibi. Hem benim uzağında olmadığım bir şiir. TUĞRUL KESKİN
“Mustafa Ergin Kılıç’ın kitaplarından önce şiir dosyalarını okumuştum. Her dosyasıyla ilgimi çeken bir şair oldu. Galiba en sevdiği dil, şiir dili. Kelimelerle halvetinin hiç bitmemesi, onlardaki anlamı iyice açığa çıkarma çabasının yanı sıra, onlara yeni anlamlar yükleme isteği de özellikle dikkat çekici. Kelimelerle ne zaman sevişip ne zaman savaştığımızı ayırt etmek doğrusu pek kolay değildir. Zaten Kılıç'ın şiirleri de bunu kolaylaştırmak için yazılan türden değil. Şiirin kelimelerle yazıldığını bilen bir şairle karşı karşıyayız. Hem kelimelerin büyüsüne kapılmayan bir şiir de yeterince çalışkan bir şiir sayılmaz. Mustafa Ergin Kılıç'ta bu çalışkanlığı gördüm. Bu özenli tutumunu sürdürdüğü sürece onu hep iyi bir şair olarak okuyacağımıza inanıyorum." HAYDAR ERGÜLEN Ne mutlu. Yeni şiirin yazılmakta olduğunu lâlfabe ve Beş Duyum’la bir kere aha gördüm.YAVUZ ÖZDEM


Ancak genel anlamda lâlfabe benim şiirimin üst düzey kitaplarından birisidir. Olgunluğunu çoktan tamamlamış, şiirin altyapısı iyi atılmış bir kitap. Bu kitabın ilk bölümünde sözcüğün şiir üzerindeki baskınlığı ve merkezciliği üzerine denemeler yapılmış, şiiri şairden daha çok sözcüğün yazdığı gösterilmiştir. Sözcüğün içindeki anlam türevleri çıkarılmış, sözcükler doğurganlaştırılmıştır. Diğer kısımlarda da uzun soluklu, iç dengeleri ve dize yapıları iyi kurulmuş, imge zenginlikli şiirler bulunmaktadır. Ancak hepsi farklı dinamikler, yaklaşımlar, şaşırtıcı kurgu ve şiir yapıları içerir.

Beş duyum’da ise toplumcu yüzümü birkaç şiirde öne çıkardım. Genel de kısa örgülü şiirlerden oluşmuş, az sözcükle derin anlam yakalama ve şiirde sadeleşme yolu seçilmiştir. Bu kitapta imgenin özgünlüğü uç noktalara taşınmıştır. Benim şiirimde son yıllarda özellikle su imgesi çok ağır basmaktadır. Beş duyum’da da su önemli bir araçtır şiirlerde.

şimdi suyun ağladığını
kendinden başka kim anlar!


10)
Patika’dan da söz edelim isterim. Nasıl bir dergidir Patika? Amacı nedir? Patika ile ilişkinizi anlatır mısınız bize?

PATİKA dergisi tamamen amatör ruhla 16 yıl önce kurulmuş. Başlangıçta edebiyatın uzağında duran daha sonra merkezine doğru yerleşmeye başlayan ve 50. sayısından sonra yeniden yapılanmasıyla, bana göre Türkiye’de önde gelen edebiyat dergilerinden birisi. Çünkü bu edebiyat ortamında son yıllarda her sayısı ortalama 1000-1100 satan bir dergi.

PATİKA’nın yapısı Türkiye’de hiçbir dergide yok. Çünkü okuyucuya tamamen açık, sahiplenmek ve yer almak isteyeni kabul eden gerçek edebiyat emekçilerini barındıran bir ortam. Her okuyucuya cevap veren gerektiğinde eleştiri yazısı yazan, okuyucuyla diyalektiğini geliştirmiş ve okuyucuya var gücüyle katkı sağlamaya çalışan bir dergi. Bu şu demek: Ben 2000’li yıllarda PATİKA’ya gönderdiğim bir şiir akabinde dahil oldum. Ankara’da yaşadığım için beni dergi toplantılarına davet ettiler. Ve süreç başladı. Bakınız 6-7 yıl olmuş bile. PATİKA bir okuldur. Özgür iradenin yer aldığı.

Son yıllarda yaptığı söyleşiler yayınladığı şiirler, hazırladığı dosyalarla, genç şairlere kapılarını açmasıyla, edebiyatımızda büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Çünkü şair adayların ve yazarların en büyük sıkıntısı, dergilerde karşılarında muhatap bulamamalarıdır. Ancak PATİKA’nın ilk görevi okuyucuyu hiçe saymak yerine, gelen iletileri çok kısa da olsa, mümkün olduğunca kısa zamanda yanıt verebilmektir. Ki gelen ileti sayısı haftada çoğu zaman 150-200’lere varmaktadır.

11)
Ankara büyük şairler çıkaran aslında edebiyatımızda önem teşkil etmesi gereken bir şehir. Zaman zaman Ankara’ya gelsem de pek ısındığımı ve hoşlandığımı söyleyemem. Mustafa Ergin Kılıç’ın Ankara’sı nasıldır? Ankara’nın sosyal ve kültürel yapısını bir şair gözüyle değerlendirir misiniz?

Şimdi siz ANKARA deyince birden bir esikliğimin farkına vardım. 10 yıldır edebiyatın içerisinde olan biri olarak hiçbir şiirimde Ankara adının geçmediğini fark ettim. Tabiî ki birçok şiirimin ana beslenme kaynağı olmuştur. Sanatsal altyapımı attığım şehirdir. Değerli Şair Ali CENGİZKAN’ın Ankara şiirleri geldi aklıma.








KARANFİLLER VE İNSANIN HUYU şiiri nasıl bitiyor bakınız:
……………. Hepsi bitti. Bir kumru gördüğümde(Ankara'da ne kadar da arttı kumrular, bilemezsin belki aşktan, belki ayrılıktan diyorlar)işte ben bir kumru gördüğümdehaberini alıyorum bahçesindeki heykelin.Biraz büyükmüş.Biraz mağrurbiraz sadebiraz ezikdururmuş öyle. Bakanlıklardayım elimde kırmızı bir karanfille.Hangi bakanlık mı, kuşkusuz gönlümün bakanlığı.


Ankara kendi içinde konuşlanmış biraz dışarıya kapalı kendi içinde bir şehir gibi gözükse de son yıllarda yeni açılan (bir o kadarı da kapandı) edebiyat dergileriyle, şiir atölyeleriyle, düzenlenen söyleşi ve şiir dinletileriyle, dergilerin açtıkları kültür sanat evleriyle bir hayli soluklanmıştır. Ama yine de temel sorun Ankaralı şairlerin bir araya gelememesi ve tutkunlaşamamasıdır. Şair çırak ilişkisinin neredeyse hiç yaşanmadığı kendini kanıtlamış Cemel Süreya gibi Ceyhun Atuf Kansu gibi büyük şairler çıkarmış Ankara’nın bir okul olamaması hep üzmüştür beni.

Bugün baktığınıza AHMET TELLİ, ABDÜLKADİR BUDAK, ŞÜKRÜ ERBAŞ, SALİH BOLAT, ÇİĞDEM SEZER, HÜSEYİN ATABAŞ, ALİ CENGİZKAN, SELAMİ KARABULUT, AYDIN ŞİMŞEK gibi daha listesini çok uzatabileceğimiz şairler çıkarmasına rağmen, bir oluşum bir birliktelik bir usta çırak ilişkisi geliştirilememiştir. Bu şairlerin izole olmasından mı, böyle bir katkıyı esirgemelerinden midir bilinmez ama hep bir sıkıntı olmuştur benim için. Son yıllarda birçoğu da Ankara’dan taşınmıştır.


12)
Birçok yarışmada aldığınız ödülleriniz var. Bunları sizden bir kez daha duymayı ve henüz hiçbir yarışmaya katılmayan ve uzun bir süre katılmayı düşünmeyen biri olarak, Türkiye’deki edebiyat yarışmalarına bakışınızı öğrenmek isterim.

Edebiyatın ilerlemesi yönünde gerçekten teşvik edici ve adil olup olmadıklarını söyleyebilir miyiz? Neden?


''2006 Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü'' ve “2006 Yaşar Nabi Nayır Şiir Gençlik Ödülleri” yarışması sonucunda; Seçici Kurul adının anılmasını kararlaştırdı. Kocaeli Üniversitesi 2006 Gençlik Şiir Övgüye Değer Ödülünü, 2006 Yunus Emre Şiir Özendirme Ödülünü ve Hasan Bayri Şiir Ödülünü (3.lük) aldı. 7. Safranbolu Uluslararası 2006 Film Festivali Şiir Ödülünde “lâlfabe” isimli dosyası “Mansiyon Ödülü” aldı ve kitaplaştırıldı. Sonra 2007 Atilla İlhan Şiir ödülünde “desibel” isimli dosyam mansiyon aldı.

Şimdi bakınız yukarıda da belirtmiştim insan egosunun yenilmez bir şey olduğunu. Aslında bazı çaresizlikler ve kendini ifade edememe sıkıntıları insanları bu yarışmalara teşvik ettiklerini düşünmekteyim. Önce şunu anlamak için yarışmalara katılıyorsunuz. İyi ve özgün şiirler yazdığınızı düşünüyorsunuz. Dergilerde bunlara cevap bulamıyorsunuz. Sonra dergilerin cevap veremediği bu şiirlere yarışmalardan ödül gelmeye başlıyor. Bir ikilem içerinde, kaotik bir hava solumaya başlıyorsunuz. Adeta çelişkiler ülkesi oluyorsunuz.

Sonra yıllarca dergilerde yayınladığınız şiirleri dosya halinde bir yarışmaya gönderiyorsunuz. Hiç bir şey ifade etmeyebiliyor.

Ya da yıllarca yastık altında biriktirdiğiniz, her sabah biraz daha bahar aşısı yaparak büyüttüğünüz, her gün biraz daha deme çektiğiniz, kiraz yedirdiğiniz, çağla koparttığınız ve hayatın tam ortasında mühür gibi düşeceğini hissettiğiniz bir dosyanızı yarışmaya gönderiyorsunuz. Bu sefer yanılmadınız. Evet ödülü alıyorsunuz. Şimdi şair olarak insan olarak ne beklersiniz. Bu şiirlerin hiç olmazsa birkaçının birkaç dergide yer bulmasını. Bulamıyorsunuz. Bulamıyorsunuz. Kayboluyorsunuz kendinizde.

Tüm bunları anlatma sebebim şudur. Şiir yarışmalarının tamamen öznel bir tutum sergilediğini belirtmek için. Aynı şekilde dergilerinde duruşları ve bir şiir anlayışları olduğunu vurgulamak için. Burada yanlış olan şudur. Eğer gerçekten şairseniz kendi sesinizden, şiirinizden, hayata bakışınızdan kurtulup; karşıdakinin şiirine şiir mi değil mi gözüyle bakabilmeyi becermektir. Yoksa öznel beş tane şairin (kendi ses renklerinden ve biçemlerinden bakarak. Her ne kadar nesneliz denilse de, her şairin kendi yazmak istediği şiiri yazanı daha çok benimseyeceği konusunda hiç şüphe taşımamaktayım. Bugün siz somut şiir için çırpınan 50 yaşında bir şairseniz ve jüride 25 yaşında bir şair somut şiirin en başarılı örneklerini veriyorsa bundan vazgeçemezsiniz. Ancak bu şiir diğer dört şair için ne ifade eder acaba!) seçtiği şair, diğer öznel baş tane şair için sıradan ya da vasat şiir izlenimi yaratabilir.

Özetleyecek olursak, önce şiirin, şiir dünyasının ve edebiyatın dokusunu algılamak için bu gerekebilir. İnsan olarak bir terazi ihtiyacı, bir tartılma içgüdüsü taşıyorsunuz. Çünkü taşıyorsunuz! Ve birilerinin duymasını istiyorsunuz. İşte bu aşamada yarışmalar düşünülebilir. Bir taraftan da yıllardır tarafsızlığı tartışılan platformlar olduğu için hassas dengelerinizi de bozabilir. En önemlisi şiiriniz sekteye uğrayabilir ki, o vakit gerçekten yaranın hasını alırsınız.


13)
Aşkla ilgili de bir sorum olacak. Ben 3 yıldır âşık olamıyorum. 3 yıldır da doğru düzgün şiirler yazamıyorum. Aşkla şiir arasında bir bağ olabilir mi gerçekten? Aslında bir başka gerçekte âşıkken ortaya çıkan şiirler aşk şiirleri olmuyor. Sevgilime de yazmıyorum onları! Şimdi bu durum nasıl açıklanabilir?

Aşk ile şiir arasında var olduğu sanılan bağ bence yoktur. Bir şair şairse eğer yazmak için hiç bir şeye ihtiyaç duymaz. Çünkü şiir duygulanarak yazılan bir şey değildir. Bunlar lise dönemlerinde yazılan ancak hatıra defterlerini doldurabilen birer duygulanımdır. Kalp tayfıdır o kadar. Geçer. Geride hiçbir şey kalmaz şiir adına.

Şiir zekayla, donanımla, şiir bilgiyle, genlerle, tanrının bize verdiği yeteneklerle yazılır. Sanatın her dalı böyle değil midir? Duygu bu nokta da çok az bir yer tutar. Çünkü duygunun da içeriği ölüm, aşk, sevinç, yalnızlık, delilik, dışlanmışlık, öz güvensizlik, çaresizlik olabilir. Şimdi bunlardan aşkı çıkarsanız diğer duyguların tetiklemeleriyle de şiir yazılır. Ancak bu tetikleme en fazla şiirin başına oturtur insanı. Şiiri yazdıran insanın şiir donanımıdır.

Bakınız Orhan Pamuk Türkiye’nin ilk Nobelli yazarı. Her gün düzenli olarak, takım elbisesini giyip sabah dokuzda masasına oturup akşam altıya kadar bir memur anlayışıyla yazdığından bahseder. Çünkü yazı bir disiplin işidir. Kendi dinamiklerinizi bilginizi iyi oluşturmuşsanız, aşk gibi yada diğer tetikleyiciler gibi bir dış güce ihtiyaç duymazsınız. Zaten daktilonuzun başına oturduğunuzda (biraz nostalji yapalım istedim) otomatik çağrışımlarla ve hayal dünyanızla yazmaya başlıyorsunuz. Çünkü yaşanmışlığın verdiği birikim, karda ekmek arayan serçe, yaprağın hışırtısı, cama vuran dal, kelebekteki renk cümbüşü, ovadaki uçsuzluk, köy çeşmesindeki bakır maşrapa, annenizin kalaylanmış güğümü, babanızın boğazının düğümü de pek tabiî ki sizi şiire itebilir (aşk gibi) ama yalnızca iter. Kalanını yazmak için şairlik gerekir.


14)
Pekâlâ; aşk mı, yoksa şiir mi diye sorsam… Ama mutlaka birini seçmeniz gerekiyor, tek bir yanıt bekliyorum sizden ve neden?

Tabiî ki şiir. Şiir benim yaşam biçimim. Şiirsiz yarım kalırım ama aşksız şiirle tamamlanırım.

Şiir benim yıllardır her derdimi dinleyen, karanlığıma ortak olan yalnızlığımı bölen, sessizliğime ses veren, uykusuzluğuma uyku olan bir şey. Yıllardır hep yanımda. Ben bırakmak istesem de o beni hiç bırakmadı. Çok sadık kaldı. Ama aşk kaç defa terk etti beni. İşin tuhafı aşkın her bırakıp gittiğinde şiirdi hep yanımda olan. Bu durumda aşkı seçmem şiire ne büyük haksızlık olurdu değil mi?

Birde aşkla hiçbir zaman birbirimizi anlayamadık. Ama şiir hep anlamıştır beni. Yaşama tutunmamda yardımcı olmuştur. Manik depresif hallerimin değişkenliğini dengelemiştir. Tek dezavantaj emeğinin karşılığını alamamak olabilir. Bu da geçtiğimiz yıllarda birçok genç şairi ölüme terk etmemiş midir? (bunu kabullenmek istemesek de bu bir gerçektir çünkü bazılarını tanımaktaydım) İşte şiirin en acı gerçeğidir bu. İşte aşkla şiirin tek ortak yanları da budur belki, hayal kırıklığı!

Tabiî ki şiir. Çünkü şiir üzerindeki aşkın da kirini alır ve şiir belleği en iyi temizleme metodudur. Kalbi arındırma. Ah şiir dur kalbimi yine telaşlandırma!


15)
Gerçekleştirmeyi isteyip de, gerçekleştiremediğiniz hayalleriniz var mı? Bu hayaller neden gerçekleşmedi?

Hayatta birçok hayal gerçekleşmez zaten gerçekleşse hayat biter. İnsan hayatta aradığını bulmaya başladıkça kaybolur. Bakınız PATİKA’nın 57.sayısında Nisan-Mayıs-Haziran sayısında çıkacak şiirimde ne diyorum:

ve aradığını bulamamak
çünkü aradığını bulamamak iyidir
insan buldukça kaybolur!
buldukça insan harp olur
darp olur insan buldukça

İşte kilit burada anahtar burada. İster aç kapıyı gir içeri. İster kal dışarıda. Bu aradığın mutluluğa bağlı. Ben hayallerimden uzak dururum çoğu zaman (bu bahsettiğim şiir ya da hayattaki idealler değil elbette). Ufak şeyleri elde etmem. Bekletirim. Ve bir süre sonra bunu elde ettiğimde bir haz duyarım. Biraz zamana bırakırım zamanı. Biraz kendimi. Böylece özlemeyi özlemem. Çünkü hep bir özlem koyarım nesnelerle ve insanlarla arama. Ve eşyalarla. Bu benim hayat kazancımdır. Bu benim var oluş taslağım ve nihayetimdir.

17)
Sona yaklaşırken sizden bir şiir okuyalım isteriz. Buyurun...
Size lâlfabe’den bir şiirle sesleneyim. Çok önemsediğim ama bir türlü yerini bulamadığını düşündüğüm şu şiirimi. Hala okurken içimi titretir. Bazen böyle olur. Belli şiirler tüm şiirlerinizin üstüne çıkar. Ama bunu diğerlerine hissettirmemeye çalışırsınız! Küstürmemek için diğer şiirlrinizi!

uyusun tüm sular
fark ettim
sarrafta rafların tozuna hiç basılmamış
kitabımın adını yazarken
basılınca daha bir yalnızlaşıyor her kitap!

kendinden menkul en değerli keder
yaraya türev atılmayan nara
yaşama grev edilmeyen küfür

fark ettim
camın önünde kıbleye döner
bir peygamber çiçeği
hayata kriz
an/t/n/em kendi suyuyla çürür

fark ettim
daha samimidir bana sarma tütün nargilen
daha yakın semaver demlikten
yoksa içtiğim sigara ve çay
uyunmuşta sevişilememiş bir kadındır
tavan aramda çözülmemiş esrar

fark ettim
yaşadığını fark edince ölüyor insan

yanmayan mumun anlamını çalışıyor
karanlıkta

sönüyor da yangın
tutuşmuyor bile mum
bir tek kibritmiş dilimden anlayan

fark ettim
özeniyor karşı kıyının ormanları bize
yaşamadılar ama yandılar diye!

ah dudakları acıyan biri
izmaritini tükürse çamların küflenmiş göbeğine
kandırıp izciyi bir ateş gömse kendini geçici küle
yetişmese izcinin matarasındaki su
üst dizede izmaritini tüküren köylüye

fark ettim
bir avcı uyuya kalmış içimizde
göçten henüz dönmüş yorgun
uyandırmaya kıyamamış bıldırcın sürüsü!

bu yaşam cıngılında
uyusun tüm sular
düşmanda
yaşasın ateş gönlünce

ölümdür insana anlam
anlama insan bulamam!


18)
Son olarak okurumuza iletmek istediğiniz bir notunuz var mı?

Önce size notumu ileteyim. Şiirlerinizi okuyorum. Şairi şair şiiri şiir yapan tılsımdır. Ama şifre burada işte. Bu tılsım hiç çözülmemelidir. Son dosyan Toz Yanığı’nı okuyorum. Başarılı şiirler içermekte.

Son olarak okurumuza şiire sahip çıkmalarını öneriyorum. Çünkü şiirin yalnızlığı hiçbir şeyin yalnızlığına benzemez.

Şiir sesimiz olsun isterim, şiir sessizliğimiz. Sizin de hep şiir solumanızı dilerim.



© Selçuk Erat, 2007

MEK SÖYLEŞİ: MÜHÜR/ MAYIS HAZİRAN 2007

MUSTAFA ERGİN KILIÇ: “Yalın anlaşılır bir dille anlaşılmayanı yazmak istiyorum.”


Öncelikle edebiyatımıza ve şiirimize genç bir ses olarak hoş geldiniz diyorum…

Teşekkürler. 1995 yılından beri şiirin, 2000’den beri de dergiciliğin ve dergilerin içerisindeyim. Dergilerde ilk görünmem 2000-2001 yıllarında başladı. Daha sonra belli aralıklarla şiirlerimi yayınladım ama hep yazdım. 2005 yılı ile birlikte kayalara sıkıştırdığım fitilleri birer birer ateşlemeye başladım. Zira on yıldır büyüttüğüm şiirlerim artık ellerini uzatmaya başlamışlardı tutmam için. Ki hayat sürekli yol geçmekse.

İlk kitabınız “Lâlfabe” ve hemen ardından “Beş Duyum”. Ama gözlemlediğim şu ki sanki ilk kitabınız bir şairin ilk kitabı için hayli pişmiş, hayli çalışılmış.

Tespitiniz tamamen doğru. Lâlfabe benim üçüncü kitabıma denk düşecek bir kitaptı. Ondan önce hazırlanan 4-5 dosyam daha vardı. Beş duyum da bunlardan biridir. Lâlfabe şiir tekniği açısından ve içerik açısından benim şiir serüvenimde farklı bir yere düşer. Biraz daha mistik öğeler içeren, biraz daha söz işçiliği ağır, adeta bir mühendis hassasiyetiyle çalışılmış bir kitaptır. Anlamdaki derinliğe ve sözcükteki zarafete iner. Kısaca şiir biraz yo(ğ)rulmuştur. Şairin doğası da budur bence. Önce şiirini bir silkelemeli, sözcüğünü tanımalı, dildeki ehemmiyeti kavramalı. Sonra şiiri nihayetine vardırmalıdır. Zira ilk kitabın isminden de anlaşılacağı gibi sözcüğün kökeninde harf temel alınmıştır. A’dan z’ye çalışılmıştır. İnsanın, doğanın ve yaşamın tüm katmanları işlenmeye çalışılmıştır. Mesela dini motifler Arap alfabesinde işlenirken, Kiril alfabesinde sözcüğün ruhuna inilmiştir ve derdi sorulmuştur. Dil ve akıl iyiden iyice zorlanmıştır. Anlam katmanları yaratılmıştır. Ses ve anlam bütünlüğü için yeni formlarda şiirler denenmiştir.

Akabinde “Beş Duyum”da dil biraz daha sadeleşmiştir. Ama aynı ironi aynı imge düşkünlüğü ve şiirin olmazsa olmazı yaratıcılık korunmuştur. Her şiir başlı başına bir kitaptır, yeni bir izlektir, yeni bir soluktur. Aynı şairin kaleminde çıktığı bellidir ama her şiirin kendi özgünlüğü vardır. Benim de şiirde aradığım budur. Her şiirin de ayrı bir derdi olmalıdır. Aynı dert birçok şiirde sürdürülüp, şiiri kanser etmek benden uzaktır. Çünkü şiirin alt yapısını iyi atamazsanız, çabuk hastalanmaya yatkın bir tavır sergiler. Kısa zamanda tüketir kendini. Bunun da dayanağı yeni sözcükler, yeni kullanımlar, anlamda ve seste daima özgünlük aramaktan geçer.

Ben giriş yapıp sizi biraz tanıyalım diyecektim ama siz girişi yaptınız. Belki hep aynı sorular soruluyor ama okuyucuyu da bilgilendirmek açısından şiirinizin altyapısını kimler attı? Kimler kaleminize mürekkep, belleğinize imge, sesinize çağrışım kattı?

Aslında önemli bir sorudur. Şair soyağacını çıkarmasını, köklerinin çıkış ve gövdesinin gelişim sürecini iyi bilmelidir. Suyunu nereden aldığını, yapraklanmasını nasıl gerçekleştirdiğini. Çünkü bazı ağaçlar yaprak dökmek için büyür. Gövdesi eğridir. Kısa ömürlüdür. Burada amaç; bir kayın kökü atabilmektir şiire ve bir çam duruşuyla. Ancak şair yaprak duyarlılığını da kaybetmemek durumundadır diğer taraftan. Düşmek anlamında değil ama ufacık bir meltemi de hissetmelidir. Toplumsal duyarlılığı buradan gelmelidir. Evet şairin duyargaları gelişmiş, beyni ve kalbi tetiklenmeye hazır olmalıdır ya da poyraza karşı nasıl duracağını bilmelidir.

Şiirimin altyapısına kimlerin attığına gelince; Piraye’nin adını hapishanede saatinin kordonuna kazıyan bir Nazım Hikmet’i en başta tutarım. Şiirimin temel kaynakları 10 yıl öncesinde Şükrü Erbaş, Yılmaz Odabaşı, Müslim Çelik, Tuğrul Keskin, Hicri İzgören, Nevzat Çelik gibi şairlere dayalıydı. Doğu kültürü ve 80 şiiri bende en büyük ve eskimeyen bir imge olmuştu. Bunların kötü birer örneği olmaya çalıştım diyebilirim. Ama o yıllarda özellikle İkinci Yeniyi, zaman zaman Tanzimat ve Divan Şiirini de iyi tahlil ettiğimi düşünüyorum. Sonraları yelpazeyi açmaya başladım. 90 sonlarına doğru, İlhan Berk, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Arif Damar gibi koca çınarların gölgesinde durmaya başladım. Ve 95 yılının başlarında Gülten Akın, Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz derken Abdülkadir Budak, Veysel Çolak, Salih Bolat, Ahmet Erhan, Haydar Ergülen, Enis Batur şiiri üzerinde çok çalıştım. 90’lı yılların sonunda da Betül Tarıman, Birhan Keskin, Altay Öktem, Akgün Akova, Didem Madak, Küçük İskender, Nuri Demirci gibi isimleri sayabilirim. Şiirde önemsediğim şey farklı biçemleri ve biçimleri özümseyip bir araya getirmek. Belki seçici ve kendine yakın şairleri okumak gerekir ama bende ki şiir tutkusu öyle büyük ki her isim yeni bir meraktır bende. Var oluşumu tamamlama sürecidir. Her yazılan şiirin boy aynasında ne kadar kaldığıma bakarım. İnsanın şiirinin gelişmesinin temeli de buna dayanır.

Mallerme “şiir sözcükler dinidir” der ya, bunu kendine ilke aldı ve dinamiklerini iyi kurmaya çalıştı şiirim. Oruç Arıoba’dan, Sina Akyol’dan, Süreya Berfe’den, Serdar Ünver’den sözcükten yola çıkıp şiire varmayı öğrendi (burada şair değil kısa öykücü olarak bilinse bile Ferit Edgü’yü de saymak isterim). Ancak şairin en önemli öğelerinden birisi de iyi bir öykü ve roman okuyucusu olabilmesidir. Ben çok dallı olmamı, çabuk yeşermemi, dinamik şiir yazmamı ve kendini sürekli yenileyen, toprağını sürekli havalarından ölü hücrelerden arındıran, tekrardan kaçmaya çalışan bir şiir yazmamı buna bağlıyorum. Bu noktada Herman Hesse, Albert Camus, Kafka, Hemingway, Nietzche, Octavia Paz ve Rus Edebiyatını komple saymak gerekir. Bu yazarlar, şairi felsefi açıdan da geliştirip, damarlarını zaman zaman iyice açarak; insanın beynine ve kalbine giden kanın azlığından şikâyet etmesini sağlar. Varlığını sorgulaması için beynine parantezler açar. Bu şu demektir; daha çok okumak, hayatın verdiğini almak yerine hayata bir şeyler vermeyi öğrenmek.

Bununla da kalmaz şiir. Dünya şiirinin de elinden tutmak gerekir. Dünya şiirini elinden tutturmak. İnsanların acılarını bölüşmek, ülkelerin toplumsal sıkıntılarına kulak açmak. Küba’ya gitmek, Tayland’a gitmek. Hemen yakınımızdaki İran Edebiyatına bakmak, Suriye’yi dinlemek, Lübnan’a gitmek gerekir. Bu arada Eluard, Kavafis, Cibran, Brecht, Neruda, Rilke gibi isimleri de saymak gerekecektir.

Kısaca şair beslenme kaynaklarını yerel tutmamalıdır. Acılarını fazla ulusallaştırmamalıdır. Uluslararası edebiyatlarla da iç içe geçmesini bilmelidir. Çünkü dünyadaki belki de tek ortak şey acıdır. Ben insanda kalıcı olanı sayıyorum. Aşk sevgi mutluluk da hayatın parçası ama yeryüzünün başat geçici olan öğeleridir.




"Şiiriniz bende yağmurdan çok dolu çağrışımı yaptı. Şiirlerinizde birikiminizi paylaşma isteği egemen. Ayrıca dizelerinizi derin bir sezgi ve güçlü gözlemlerle temellendiriyorsunuz. Bu saptamalara ek olarak şiirinizi nasıl tanımlarsınız?

Dinamik şiir derim, “önce kendini ehlileştirir hayatı anlamak için, sonra hayatı ehlileştirir kendini anlatmak için…” Önce şiir ince bir zeka ve buluş içermelidir. İmge şiirin atasıdır. Şiirdeki yelpazenin renklerini çıkarır ortaya. Ben şiirimi dinamik şiir olarak nitelendiriyorum ve bununla ilgili yazınsal çalışmalar da sürdürüyorum. Şiir değişken olmalıdır, şiir devrim niteliğinde olmalıdır, şiir kendini ve okuyucuyu zorlamalıdır, şiir okuyucuyu şaşırtmalıdır. Şunu söylemeye çalışıyorum; hep derler ya İlhan Berk şiirimizin delikanlısıdır diye, buradaki ironi şiirinin gençliğindendir. Şiiri genç kılan ve uzun ömürlü yaşamasını sağlayan dinamiklerinin iyi kurulması, sözcüğün içerik ve anlam aranması bakımından yenilikler barındırmasıdır. Bir şairin şiir dili sürekli gelişmeli ve değişmelidir. Birbirini tekrar eden şiirlerden ziyade birbirinin önünü açan şiirler yazmalıdır.

Dinamik şiirin altyapısı her sözcüğün şiirde anahtar olma eğilimidir. Dize içerisindeki sözcükler kendi anlam ve içeriğini zorlayarak şiire bir doğurganlık getirir. Burada amaç; her sözcüğün başlı başına bir şiirin yapı taşı olduğunu sergilemek ve bir sözcüğün bünyesinde barındırdığı nitelikleri ortaya çıkarabilmektir. Sözcüğün şiirdeki etkisini ve yaratıcılığını vurgulamaktır. İnsanın hücre yapısının önemi gibidir. Uzun vadeli yaşamak için (bir şiirin kalıcılığı ile bağdaşır) nasıl hücrelerinin kendini yenilemesi gerekirse, şiirde de hücre sözcüktür. Hep kendini yenileyen anlam olarak büyüyen bir boyut kazandırmalıdır. Her okunduğunda yaptığı yeni çağrışımlarla belleği zorlamalıdır. İmge şiirin kalıtsalıdır. Şiir her okunduğunda farklı bir anlamla bizleri selamlamalıdır.

Dinamik şiirin derdi etkidir, yüksek derece etkidir. Duygusal ve etkisel bir doz aşımı yaşatmaktır. Duyguda iz bırakmaktır. İnsanın hafızasına bir söz bırakmaktır. Bu yüzden dinamik şiir yarayla kardeştir. Yaşayabilmek için, kendine iyileşmeyen yaraları merkez edinir.


Peki şiir sizde nasıl olgunlaşır ve gelişir?

Yukarıda bahsettiğim üzere, önce şiirin bir derdi olmalıdır hayatta, şairin de tabi. Siz şiiri kovalamadan şiir sizi yakalayıp bulmalıdır. Siz şiiri yazayım derken şiir sizi yazmalıdır. Şiir oturup yazılası bir şey değildir, ama Cemal Süreya’nın söylediği gibi şiire de birikmek gerekmemektedir. Şairinde kendi uç veren şiirler bence daha başarılır. Bahçeye fide olarak diktiğiniz kirazı ilerde kulaklarınız tartmayabilir ya da bir tutam sarmaşık bütün duvarın soğukluğunu aylar sonra alabilir. Ama bir de taşta biten otu düşünün, kayalarda yeşeren yosunu, hatta kınayı. Biraz sancılı, biraz zor olmalıdır şiirin evresi, ama gelmesi beklenmelidir. Onu getirici koşullar sağlanmalıdır, aranmalıdır şiir. Bir solukta, bir dudakta, bir mürdümde, bir dalga kıranın gövdesinde.

Çünkü şiir yaşam mekanizmasını işleten yegâne unsurdur. Çünkü şiir bir çocuğun elleridir, tutulmalıdır. Çünkü şiir bir somun ekmektir, bölünmelidir. Çünkü şiir yalnızdır, şair yazdıkça yalnızlaşır.





Bugün Türk şiirinin geldiği noktada sizin şiire katacağınız yenilik nedir?

Soru kolay ama cevabı zor olacak. Çünkü bu zamanın elindedir. Ama çok modern bir şiir yazdığımı düşünüyorum ve en büyük kazancım genç şairleri çok iyi irdelemiş olmam. Son beş yılda 30 yaş altında çıkan her şairin kitabını okumuş durumdayım ve kendi dönemimin şairlerini iyi tanıyorum. Şiirlerindeki kırılma ve kapanma noktalarını, dar geçitlerini, tünellerini iyi biliyorum. Kısaca geleceğin temelini atacak bu şiirdeki eksikliği iyi analiz ettiğimi düşünüyorum ve kendin olabilmenin mücadelesini veriyorum.

Çünkü bir şairin en zor görevi kendi dönemini irdelemesidir. Çünkü geçmiş hakkında elinizde bolca referans noktası ve veri vardır. İnşanın üzerine tuğlalar koyarsınız. Ama kendi döneminizi incelerken kendi yargılarınızı kendiniz şekillendirirsiniz. Temeli siz atarsınız. Boşluğun nerede olduğunu, şairin nerede yetersiz kaldığını, hangi taşları yerine koyamadığını görüyorsunuz. Burada yapacağınız her hamle Türk şiirine bir katkı olacaktır işte. Yanlış anlaşılmasın sakın, kendi şiirinizi bırakıp yazılanlara göre kendinizi yönlendirmiyorsunuz. Yazılmayanı bulup çıkarıyorsunuz. Yeni, yenilikçi şiiri işleyebilmeniz ve kendi biçeminizi bulmanız için günümüz edebiyatını iyi özümsemiş ve incelemiş olmanız gerekiyor (geçmişi iyice sindirdikten sonra)

Çam ormanına bir kayın dikmeniz gerekiyor, yaz günü yağmanız gerekiyor, herkes yanarken sizin üşümeniz gerekiyor ya da herkes yaşarken sizin ölmeniz. Çimenin yeşil olduğunu bilmek yetmiyor. Pigmentlerine inmek, fotosentezini gözlemlemek, ışığı neden depoladığını görmek ve gece neden yeniden insanlarla beraber normal solunum yaptığını anlamak gerekiyor. Kısaca önce sentezlemek, sonra yazarken şiirdeki duruşunu belirlemek, en sonunda da oturmuş şiir kimliğini yoğun emekle örmek gerekiyor. Çünkü şiir kalıplardan sıyrılmışı, özgürlüğü ve özgünlüğü sever. Dile hâkimiyeti, dilin içine girmeyi, dile sinmeyi ve dili sindirmeyi gerektirir. Algılarını açık tutmayı, özümsemeyi, sabretmeyi, dinlendirmeyi önemser.

Şimdi netice olarak ben, Türk şiirine çerçevesi çizilemeyen ama altı kalın kontörlerle çizilen, ufku geniş, kimyası oturmuş, kendi kişiliğini bulmuş şiirler bırakmak istiyorum. Yetiştirilen üzümlerden hep şarap yapıldı. Ben biraz pestil, biraz pekmez yapmak istiyorum ya da bazen bırakmak istiyorum üzümü kendi haline. Asma yapraklarının avuçlarına, kuşların yalnızlığına, zamanın uzun susuşlarına. Yoğun olarak insanın kendi açmazlarını, doğanın insanın merkezi olduğunu, toplumun açmazlarını vurgulamak istiyorum. Yalın sade anlaşılır bir dille anlaşılmayanı yazmak istiyorum.


Günümüz şiiri ve “genç şiir” üzerindeki düşünceleriniz neler?

PATİKA’da bu yıl yaptığım genç şair dosyası ilgi gördü. Şimdi ikincisini hazırlıyorum. Her dönem aynı tartışmaları görmüştür şiir tarihi. İkinci Yeni de 80 şiiri de hep bir genç şair kaygısına düşmüştür, o kadar verimli dönemler olmasına rağmen. Bugün eleştirmenlerimizin vardığı noktanın akabinde ben şunu söylemiştim; Bu şiir ve şair ölülerini yeryüzü bile almayacak. Sanırım haklıyım, çünkü o kadar çok öldürüp o kadar çok var ettiler ki.

Ben o dosya kapsamında genç şiirle ilgili şunları söylemiştim: Genç şairi 100 metre koşucusu değil maraton koşucusu haline getirmek olmalıdır. Çağ da insan da yalnız olsa, şiir yalnız değildir, genç şair de.

Hep aynı şeyleri konuşmak sıkıcı olacaktır. Ancak bugün genç şair diye nitelenen ve beğenilmeyen arkadaşlardır edebiyat dergilerini dolduran, şiir ödülleri alan, adına methiyeler düzülen. Bunları yapanlar da değerli şair üstatlarımız. Şunu da unutmamak gerekir ki, zamanın çırağı bugün usa olmuştur, bugünün çırağı da yarının ustası olacaktır.

Ben genç şiir konusunda aksine çok iyimserim. Zira biraz şiirden anlıyorsam, bugün gözlemlediğim birçok isim, 20 yıl sonra şiirimizin temel direkleri olacak şairlerdir. Çünkü şiir emek işidir, sarraf inceliğinde çalışma işidir. Ben birçok genç şairin altın tozu yutmuş olduğunu ve incelikli şiirler yazdığını görüyorum.


Böyle olgun şiirler yazan bir ozanla biraz geç mi tanıştık yoksa?

Bu soruya RAINER MARIA RILKE cevap versin benim yerime:

“Sanatçı olmak, hesap kitaplardan ve sayılardan el çekmek, öz sularını aceleye getirmeyen ve baharın rüzgârlı fırtınalı havalarında istifini bozmaksızın ayakta duran bir ağaç gibi olgunlaşma sürecinden geçmektir. Ya baharın ardından gelmezse yaz, diye bir korkuya kaptırmaz kendini ağaç; yaz gelir hep çünkü ama önlerinde bir sonsuzluk bulunuyormuş gibi öylesine tasasız bir suskunluk, öylesine bir enginlik içinde bekleyen sabırlıları gelir bulur ancak. Her gün öğrendiğim, Tanrının her günü şükranla bağra basılan acılar içinde öğrendiğim bir şey var: Sabır her şeydir. ”

Sona yaklaşırken size “şair” desem:

Lâlfabe’den birkaç dizeyle cevap veririm:

“her bahar yatırır kuruyan kabuğunu
kadın suyuna
başlatmak için yeni bir yalnızlığı! “

Ve ek olarak:

“boş çerçevede resmi
resimde boş çerçeveyi görür” derim.

size “aşk” desem:

yine aynı kitaptan us şiirimden birkaç dize söylerim

“şu yazlık bakışın su azlık
şu aşka esin sesin su esen
her kesikten bir şiir
her kapıdan bir eşik edinen”

insan desem:

“fark ettim
yaşadığını fark edince ölüyor insan”


Ve eğer birde bana “yaşam dersen” şunları söylerim sana:

“yaşam demiştim akan yerlerinde insanın”


Teşekkür ederim.

İçinize dökülen sonbahar yaprakları hiç süpürülmesin. Çünkü insanı ayakta tutan güz rengidir. Çürüyen yapraklardır insanın toprağını yenileyen ve besleyen.

ONUR ZAFER CEYLAN