20 Temmuz, 2007

ILKER İŞGÖREN YAZI-TAFLAN TEMMUZ AĞUSTOS 2007

Mustafa Ergin Kılıç, genç şiirin iyi seslerinden biri. Aslında genç şiir yaşlı şiir gibi bir ayrım yapılabilir mi? O da ayrı bir konu ama benim kişisel düşüncem, yapılamaz kanısındayım. Şiirin yapısı ve ideolojisi gereği şiirin bölen değil de bütünleyen bir şey olması gerektiği düşüncesindeyim. Biz genç şair, kadın şair gibi kendi içimizde getirdiğimiz tanımlarla şiirin asıl ideolojisine belki farkında olarak; belki farkında olmayarak karşı çıkmış oluyoruz. Neyse… Demem o ki Mustafa, son dönemlerde aldığı ödüllerle ve yayımladığı şiirlerle, adından sıkça bahsettirenlerden.

Yazdığı şiirler, kurduğu dizeler hayata ve insana çok yakın. Şiirlerinde dizelere çok önem veriyor. Kurduğu dizelerin derinlik taşımasına özen gösteriyor diyebiliriz. Bu yüzden “Beş Duyum” kitabı ile ilgili bir şeyler söylenecekse ancak dizelerinden yola çıkarak bir şeyler söylenebilir.

Kitabı açtıktan birkaç sayfa sonra Mustafa’nın “alıştım bana” adlı şiirini görüyoruz. Ve onun;

“otur yanıma yaralarımı sayayım” (sf: 7)

“akşam oturmaya geleceksin diye
ısladım kalbimi bir gün önceden
aşkın eskimeyen bilincini yatırdım suya” (sf: 7)

Dizelerini okuyunca sizi daha kitabın ilk şiiriyle samimi bir ırmağa doğru sürüklüyor merhaba demek için.

Aşağıda yazacağım dizelerin kurgulanışı ve mantığı, Mustafa’nın keskin şiir zekâsını da ortaya koyuyor;

“bak adımlarım yara giderken attığın
ayak ölçüleri 34, 35
doğduğum İstanbul yaşayamadığım İzmir (sf:8)

Sonra sevgiliye ya da kendisini, şiirinin adını oluşturan dizeyle yüzleştiriyor ya da kendisini şiiriyle;

“iyi ki gelmedin alıştım bana” (sf:8)


Mustafa’nın saatiyle zamanıma bakıyorum. Etkilendiğim şiiriyle devam etmek istemiyorum bu yazıya. Saati çalıyor şiirin ve devam ediyorum. “Gülgillerden” şiirine düşüyor yolum.

“ yalnızlığınızı açınız yufka gibi ince ince” (sf:12) dizesiyle karşılaşıncaya kadar her şey olağan. Bazen şiir tek bir dizeyi imlemek için bile yazılıyor. Bunun ne kadar doğru ya da ne kadar yanlış olduğu tartışılır. Ama şiir dili, bir üst dil olduğu için sağlam dizeler üzerine sağlam bir temelle kurulmalı diye düşünüyorum. Biraz daha açmam gerekirse kurulan her dize insana ve onun geleceğine yeni bir hayat sunmalı ve onun ufkunda yepyeni kapılar aralamalı. Mustafa’nın bazı şiirlerinin bu bilgiden uzak yazıldığını görüyorum. Yani onun seçimi sadece iyi bir dizenin üstüne kurulan bir şiir anlayışı. Yani; iyi bir dize kurarak onun açılımlaşmasından yana. Kitabı boyunca şiirleriyle konuşurken sıkça duydum bu söylediklerimi.

Şiirlerinde coğrafyadan da yararlanıyor.

“dinledim taştaki havadisi”

“yeşerip gittiğini yağmurun”

“dere yatağını dinledim” (sf:14)

“deniz ve karalardan oluşur dünya el ele tutuşunca” (sf:17) dizeleri sağlıyor şiirlerinde coğrafyadan da yararlandığını görmemizi.

“Beş duyum” kitabının 1. bölümünün adını da oluşturan “eşkenar” sözcüğü şiirleri içinde çok önemli bir yer tutuyor. Matematiğin de edebiyat gibi soyut zekâyla algılanabilen bir şey olduğu bilinen bir şey. Bunun farkında olduğu için matematiği de şiirine çok iyi yediriyor şair.

Tüm bunları “eşkenar” şiirinden anlayabiliriz;

patikanın yolunu sorar keçi
sürüyü otlatan çocuğa
dağın ardını

bir kuyu sızar
bir su ılık bakar
boğulur yeryüzü

kopan düğmelerini diker çocuk
gömleğine

insanın ölüme eğilimini sorgular
aşk! (sf:15)

Evet. Aşk, hem bir denklemdir, hem de eşkenar. Şiirde de matematik işte tam da burada.
Ölüme eğilimi sorgulan da aşk diyebiliriz.

Kitabın ilk bölümünün yani “eşkenar” ın son şiiri olan “bir adam kadından” şiirinin iyi bir dizesiyle hoşça kal diyor “eşkenara” şair;

“uzar yemyeşil taradığın ter” dizesiyle.

Şairin ikinci duyusuna deyinmeden önce gözüme çarpan bir şeyden söz etmek istiyorum. Kitapta italikle yazılan ama tırnak içine alınan bölümler var. Şiire başlamadan önce sanki başkasından alınmış gibi gösteriliyor. Bir örnek vermem gerekirse;

“iç içe bitirir denizi balıklar
bir parmak tuz kalır yeryüzünün dudağı
rüzgâr yalar ben poyraz bakarım sana” (sf:23)

Bu dizeler zaten kendisine ait olduğu için sadece italikle yazması yeterliydi. İtaliğin içerisinde bir de tırnak koyması bir hayli kafamı karıştırdı. Bunu da imledikten sonra ikinci duyu “İntihara” geçebiliriz.

“ama sarmaşığın yazgısıdır sarılamamak” (sf:23)

Dizesi bana göre çok iyi bir dize. Nedenine gelince. İçinde kabullenişi sezdiren çoğu dize, bizim yüzümüzde bir tebessüm bıraksa da aslında içimizi çoğu zaman acıtır. Ve o kadar kolay değildir bazen içinden bir kaya çıkarmak. Çünkü dile gelen çoğu şey bizim içimizde katı halden sıvı hale dönüşerek, dilimize anca akışkan olduğu zaman gelir. İşte bu dize de o katılığın dönüştürülüşünün iyi bir örneği olduğu için güzel.

“ölüm değil hiçbir intihar
yaşayamadığımızın cevabı tanrıya” (sf:28)

Bu dize üzerinde çok düşündüm. Okuduğum her an içimde keşkeden yapılan bir duvara çarptım. Evet. Bu dize görünüşte iyi bir dize. Tılsımı var ve büyüleyici. Ama uyandırdığını, aşıladığı anlama ne demeli? Verdiği anlam şu, intihar tersinleme yoluyla olumlanıyor. Yani başka bir açılımla intihar önerisi bu dize. Bu tip dizeleri kurarken şiir çalışanının çok iyi düşünmesi, dizenin içinde hangi anlamı barındırdığını da çok iyi çözümlemesi gerektiğine inanıyorum. Her dize için değil, bu tip dizeler için geçerlidir bu imlediğim. Evet. Şiir açısından dediğim gibi bu dize kusursuz ama önerilen daha yaşamsal olmalıydı diye düşünüyorum.

İlerleyen sayfalarda bir şiire rastlıyorum; “Aşkın Çekirdeği” bu şiir şairin diğer şiirlerine oranla biraz farklı. Şiirin ruhu şairin hayatıyla özdeşleşmiş gibi. Kanayarak yazılmış bir şiirmiş gibi duyumsadım okurken. Şu dizeler de bana ortak oldu;

“sana baba kahve Türkiye
kaç vilayet oldu sen hâlâ elli birde
kılıcı çektiğin geceler altmış altı
unuttun evde keskinlik biriktiren kını” (sf:29)

ve

“babamın kavunla peyniri reddettiği geceler
kaç şiir eder” (sf:30)

Sanırım bu dizelerin cevaplarını en iyi şair kendisi bilir.

İntihar bölümünden hemen sonra şair bizi deliksiz bir kuyuya indiriyor. Orada, hayatın yüzeysellikten uzak olan yanlarına şiirli yolculuğa çıkartarak bizlere aşılamaya çalışıyor. Bölüm boyunca bütün bu süreci sadece şu dizeyle açıklamak mümkün;

“su kendinde boğulmaktan nasıl kurtulur” işte tam bir deliksiz kuyu…

İlerledikçe “kuyu” sözcüğü ile somutlanan şiirler;

“tanrı ders sonunda sorardı
ne anladığımı hiçbir şeyden!” (sf:38)

dizesiyle yine deliksiz bir kuyuya dönüşüyor. Bunu yaparak şiirin iyice derinliklerine çekiyor bizi.

“Kuyu”nun ötelerinde bir başka duyuya ziyaret ettiriyor şair okurunu; “Ölü Bilinç”

Sanırım ölü olan bilinç var olup da hiç anımsayamadığımız anlardır. Doğduğumuz ilk andan itibaren yaşadığımız ilk dört yıllık süreci kapsıyor da diyebiliriz; “Ölü Bilinç.” Ya da yaşantısından, anılarından vazgeçmiş bir insanın yeniden bir başlangıç yapmak istemesinin açıklaması da olabilir.

“ayakkabı bağcığımda
hâlâ o cümle

ellerini özledim “ (sf:47)

Bu dize işte o “ölü bilincin” masum bir istek olduğunun iyi bir kanıtı. En az çocukluktaki sıcak bilincimiz kadar yumuşak bir dize. Elleri özlenen bir sevgili ya da bir insan değil, çocukluğun elleri özleniyor. O elleri tutup, o zamanlardaki yapmacıksız ve masumluğun özlenişi aslında ellere duyulan özlem.

Şiirlerinde sürekli kendisiyle derdi olan bir adamı görmek mümkün. Özelinden çıkardığı ayrıntıları genele yayıp, bunu şiiri aracı kullanarak hepimize bulaşmasını sağlıyor. Bunu başarıyor da…

Sanırım artık Beş Duyum’un en önemli duyusundayım. “Hiç” bu sözcük bana göre insanı en iyi anlatan sözcüklerden biri. Kendimizi çoğu zaman “hiç”lik de yakalamaz mıyız? Gözlerimizin daldığı her an, içimizin ve zihnimizin bizi terk ettiği hep o “hiç”lik değil midir? Sanırım bunu en iyi Öykücülerimizden Sevgili, Gönül Çatalcalı fark etmişti, o güzelim öykü kitabının adı da “hiç”liği çok iyi ifade ediyordu, “Hiçbir şeyin Beklentisi.” Şair Hülya Deniz Ünal’da bir dizesinde bunu çok iyi imliyordu, “Hep bir şeyi bekledik/ Hiçliğini şeylerin/ Hiç bitmedi beklemekli zamanlar” dizesiyle…

Evet Mustafa Ergin Kılıç’ta bunu imliyor. Sanırım sanatçının beklentisidir “Hiç”lik. Çünkü hep yok bir şey deyiz. İşte bu doğrultuda okuyorum “Hiç” duyusunu şairin:

“kağıttan bir gemi su aldı gözlerinde
gözlerin battı” (sf:53)

“damı delik evde büyüyen çocukların
kalbindeki deliği hangi aşk doldurur” (sf:56)

“susamış bakardı saksıdan sardunya
bizler su yılgını anlamazdık” (sf:59)

“bir dudaklık tırnak açtı göğsün” (sf:62)

“ama kırılan bir sözcüğü neresinden tutsan yaralıydı anlam”

Bu belirtilen dizeler kocaman bir “hiç”lik. Çünkü insan “hiç”liklerle yaralıyor şiiri. Şair bunun da farkında.

Anlamı yaralayarak bitiriyor şair kitabını. Ama kitap gerçek anlamda biterken, aslında yeni bir hayat başlatıyor okuyana. “Hiç”liğin kucağına atıyor bizi Kılıç…

Ama o hep kendine alışık bir şiir çalışanı, kendine alıştıran şiiriyle yazıya son vermek istiyorum.

Şiireısmarladık sevgili Mustafa. Şiirden bir ev kurmuşsun, sıra sokağında…

Hiç yorum yok: