Bugüne kadar çoktan bir söyleşiyi hak etmiş bu kitapla ilgili Cihan Oğuz’un da görüşlerini almak istedim.
I. Çok sevgili Cihan Oğuz öncelikle incelikli diliniz ve Kendime Savurduğum Hançer isimli kitabınız için sizi tebrik etmek isterim. Türk şiirinde Can Yücel kitaplarından sonra okuduğum en keskin kitap. Ve keskin bir dil. Öncelikle sizi bu dili kullanmaya iten etkenler nelerdir Türkiye’de? Gerçek bir şair duyarlılığı çerçevesinde neyi beğenmediniz de dur demeliyim dediniz?
- Şiirin, tıpkı uzayınkine benzer sınırsız boyutunda, kimi dönemlerde, alışageldiğiniz imgelem ve metafor dünyasından uzaklaşıp, yeni bir evrene kucak açabiliyorsunuz. Bu, bazen sizin özgün seçiminizle, bazen de koşulların sizi zorlamasıyla gerçekleşebiliyor. Sıradan bir tarz benimsemiş ve bu yolda -ilerlemekte değil- gitmekte bir beis görmüyorsanız, eninde sonunda belki şiirin uzayında bir yer bulursunuz, ama ancak o kadar. Yeni bir dünya yaratamazsınız. Şiirde yeni açılımlar oluşturamazsınız. Ve en acısı, kendi dünyanıza hapsolup, bütün bir hayatın o minvalde sürüp gittiğine inanırsınız.
İşte o barikatı yıkabilmek için, “keskin dil” diye nitelendirilen imgeler/metaforlar limanına sığındım. Sığındım, çünkü giderek yapayalnızlaşan insanın ve kendi değerleriyle hesaplaşmasını bir türlü bitiremeyen toplumun üzerine üzerine gelen hükümranlar, kurallar, yasaklar ve baykuşlar sürüsü, beni de sırtımı duvara yaslamak zorunda bıraktı. Üstelik oradaki hareket alanı kısıtlı. En azından şimdilik. Şiirin özgül dünyasında “keskin bir dil”in ne anlama geldiği açık. Silahsız ve korunmasız bırakıldığınız bir ortamda, kuşatmanın tam da ortasındasınız. Etrafınız ateş çemberiyle örülü ama siz akrep değilsiniz. O kimliği karşınızdakiler kuşanmış. Dolayısıyla, iğneyi kendinize değil, o çemberi oluşturan güçlere batıracaksınız. Lâftan anlamıyorlar ama küfür belki kanlarına dokunur.
Buradaki en temel handikap, imgeler ve metaforlar dünyası ile argo/küfür dozajını iyi hesaplayabilmek. Şair bir hesap adamı değildir. Gönlü de, kalbi de, zaafları da, aşkları da hesapsızdır. Ama o hesapsızlıktan düzeyli bir şiirsel yapı çıkarmak da onun aslî yükümlülüğüdür. Can Yücel ile adımın aynı yerde geçmesi bana ancak gurur verir. Ama argo ve küfüre şiirde yer vermekle Can Yücel gibi davrandığım yolundaki görüşlere katılmıyorum. Elbette Türk şiirinde rastlanan her argo deyim ve küfür doğrudan Can Yücel’in adını çağrıştıracaktır; ancak ben kendi özgün tarzımı oluşturmaya başladığım kanısındayım. Ayrıca, Türk romanında küfür ve argo uzun süreden beri yaygın. Vedat Türkali’den Hamdi Koç’a kadar birçok yazarda, üstelik doğrudan küfür olgusuna rastlamak mümkün. Son yıllarda sinemada da küfür hayli revaçta. Bunu doğal karşılıyoruz. Ama şiirde argoya ve küfüre rastlayınca, aklımıza hemen Can Yücel geliyor.
II. Kitabınız söylenemeyenleri söyleme, dile getirilemeyenleri dile getirme gibi özelliklere sahip. Ancak konuları ele alırken her şairin vardığı nokta ve üslûbu farklıdır. Siz neden böyle bir dille konuları ele almak istediniz? Tabir yerindeyse dizelerin birçoğunda küfür etmektesiniz. Bu göndermeleri yaparken küfrü en büyük imge olarak kullanma sebebiniz neydi? Gerçi hepsi yerli yerinde ve çok etkileyici.
- Aslında, son yazdığım “Siperde Fısıltılar” dışındaki şiirlerde küfür yok. Argo söylem var. O şiirde ise, açıkça, “Ölüm amına koyayım senin” diyorum. Bu dize, her ne kadar “doğrudan” ve “irkiltici” gibi görünse de, o âna kadar gelen süreçte, tam bir “kaynama noktasına” işaret ediyor. O noktadaki hesaplaşma, tam bir düello koşulları taşıdığı için, arada küfür olması doğal. Zaten hayatla olan hesaplaşmamızda da küfürün yeri az mı sanıyorsunuz? Romanda ve sinemada bu derece rahatça ve doğal şekilde kullanılırken, iş şiire gelince küfürü garip karşılamak, bana hiç de adil bir tutum gibi görünmüyor. Kendi şiirsel serüvenimde bir yenilik gibi duruyor, kabul ediyorum. Ama onun da gerekçeleri bence makul: Baştan beri, ivmesi yükselen bir şiir yazmaya çalışıyorum. Her şiirde şiddetin ve ‘dokundurma’nın dozu biraz daha artıyor. Tam bir sonraki şiirde o dozajın azaldığı sanısına kapılırken, bir de bakıyorsunuz, meğer o şiir geçici bir gerilim süreciymiş ve esas darbe arkadan geliyormuş! Arada “durulmuş” gibi görünen dizelerse, şeytanî birer “harekât planı” gibi asıl mevziye hazırlanıyorlar. Ama her biri kendi bağımsız dizeleriyle dans ettikleri için, bütünden kopuk okunsalar da ‘mücadeleci’ ruhlarından bir şey kaybetmiyorlar. Nitekim “Kendime Savurduğum Hançer”den sonra yazdığım şiirlerin neredeyse tamamı, o kitaptakilerin ruhuna rahmet okutacak kadar sert.
III. Kitabın genelinden edindiğim bir izlenim de, yeni nesille ve duyarsızlaşan gençlikle aranızın pek iyi olmadığı. “Koy Gö…ne Dünyanın” isimli şiirinde de bahsettiğiniz gibi yeni dünya düzeninden de hiç memnun değilsiniz. “yeni bir rol biçilir oynarsın/ Pinokyoyum pinokyosun pinokyo/ uzar gider bir filmin finali hayatımız gibi boktan/ Yeni yetmeler taşak geçer dilenci kılığında dervişle/ Sanırsın asayı ….. soksan bu kuşak gökkuşağı olacak”
- Yeni nesli ve duyarsızlaşan gençliği, tıpkı kendi yaş grubumu ve öncesini de olduğu gibi, elbette eleştiriyorum. Ama onları anlamaya da çalışıyorum. Hiçbir zaman kendi yaş kategorimi, ya da doğrudan söyleyeyim, 12 Eylül’ün yıktığı kayıp kuşağı en üstün ve en bilinçli kuşak varsayıp da öteki kuşakları hakir görmedim. Muhtemelen, bizden önceki kuşak da en üstün kuşağın kendisi olduğu sanısına kapılarak, bizleri ve öncekileri küçümsüyordu. Bu basit bir kuşak çatışmasıdır ve yaş ilerledikçe kendinden küçükleri hor görme yanılgısını getirir. Ben o konuda herhangi bir komplekse sahip değilim, ayrıca edebiyat soyağacına göre henüz çok gencim. Ama bu tutumum, toplumun yara aldığı noktalarda duyarsız kalanları eleştirmemi de engellemez tabiî ki. Yeni dünya düzeninin dayattığı kuralları ve toplumsal algıları hayatlarının biricik uğraş alanı haline getiren veya tembelliklerine bahane eden kim olursa olsun; ister benim kuşağımdan ister daha geç ya da genç kuşaktan, farketmez, onlara itiraz etmekten çekinmem. Kaldı ki, 1990’lardan itibaren dünya 16-17 yılda nasıl çöktüyse, öyle de düzelir. Kaç yıl veya asır geçer, bu bilinmez. Suyun kaynama noktası ile toplumların kaynama noktası farklı, bunu geç de olsa öğrendik. Yeni dünya düzeninin “Sosyalizm nasılsa çöktü bayramı”, öyle fazla sürecek bir bayram değil. Dibine kadar boka batmışlar, ama ağıt yakmasını beceremediklerinden seviniyorlar. Benim asıl korkum, sosyalizmin de bir gün geri geldiğinde, o alçaklığa bir şekilde bulaşabileceği ihtimali. Çünkü 1990’lı yıllardan itibaren dünyanın anasını öyle ağlattılar ki, açıkçası o yenilginin rövanşını alırken kantarın topuzunun kaçmasından endişe ediyorum.
IV. Bir taraftan “Kim aynı gözyaşını akıtabilir ki iki ayrı gözden” gibi insanı yaralayan dizelere de şiirlerinizin çoğunda rastlamaktayız. Bu dizelerin geçtiği “Lori... Lori...” şiirinizde de Kürt sorununa değinmişsiniz. Nitekim yukarıdaki dize de bunu en güzel şekliyle dillendirmekte. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
- Bir şairin yıllarca süren bir acı karşısında duyarsız kalması, en hafif deyimiyle, olsa olsa yanılsamadan ibarettir. Bu topraklarda acının ve gözyaşının getirdiği sonucun, daha çok yoksulluk, daha az özgürlük ve daha yoğun baskı olduğunu anlamak için kâhin olmak gerekmiyor. Bu konuda “dengeli” sözler söyleyerek durumu idare etmek de mümkün. Ama ben o konuda net düşüncelere sahibim. Bir yanda, bir halkın yıllar süren yoksulluğu ve acısı var, bunu görmezden gelemeyiz. Diğer yanda ise küçüle küçüle dünyada nokta kadar kalmış bir ülkenin yüzyıllara uzanan kültürel birikimi duruyor. Hiçbirini üç-beş cümleyle harcamak kolay değil. Cellât ile kurbanın, zaman zaman birbirlerinin rolünü çalarak kucaklaşmak zorunda olduğu bir coğrafya bu.
V. Bu yoğun mesaj içerikli kitabınızda, özellikle “Kalbinin ortasına sağanak gibi yağsa ne çıkar bir okyanus?/ Elindeki oyuncak akordeonuyla o çocuk/ Bilmez misin aslında neyi anlatıyor/ Sesi kısılıncaya, düşleri kanayıncaya kadar seni…” dizelerinde olduğu gibi aşk gerçeğiyle de sıklıkla karşılaşmaktayız.
- İnsanın aşk konusunda kendisiyle olan hesaplaşmasını yapıp, defteri kapatması lazım. Bir daha açılır mı o defter, bilinmez. Yeni denizlere açılmak için, önce boğulmaktan kurtulmanın psikolojisini atlatmak lâzım. Son birkaç yıldır aşk pek uğramıyor şiirlerime. Belki de 5 yaşına yaklaşan kızım Gizil nedeniyledir, kimbilir. İnsan kalbine iki aşkı sığdıramaz gibi geliyor bana. Ama şuna inanıyorum ki, 1990’lı yılların ortalarından itibaren aşk üzerine en güzel yazıları yazdım. Bunların hepsi de edebiyat dergilerinde yayımlandı. (Bkz. www.cihanoguz.com “Şiir Hayat Aşk” bölümü) Hatta, ben Express dergisinde “Aşkın Ömrü Bin Gün” başlıklı yazı yazdıktan birkaç yıl sonra, aynı adı çağrıştıran kitaplar çıktı. Benden sonra aşk üzerine o kadar çok lâf edildi ki, dönüp tekrar geçmişte yazdıklarıma baktığımda, gizli bir gurur hissediyorum.
VI. “Kalbime Kumpas” şiiri, sistemin açmazlarını, devlet yönetimindeki kısırlıkları ve halkçılık anlayışının nasıl tüketilip eskitildiğini işliyor. Bu konuyu biraz daha açmanızı istesem…
- Toplumsal çözülme, en basit insandan hükümranlara kadar herkesi etkiliyor. Biz, öyle kısır şeylerle didişip duruyoruz ki, sonunda geriye dönüp baktığımızda, hoyratça harcanmış yılların ve eskimeye yüz tutmuş kalbimizin iskeleti sırıtıyor. Çünkü içimizdeki canavarla sulh anlaşması yapmayı beceremedik. Kendimize bile güvenemediğimiz için, o şiddet duygusunu nasılsa bir gün işe yarar diye yedekte tutuyoruz. Sonunda da, 70 milyonluk ülkede 70 türlü cepheye koşup duruyoruz. On yıl yerleşik yaşayıp iki yıl gurbette savaşmak, ta Osmanlı’dan bu yana kanımıza işlemiş, genlerimizin kodlarına oturmuş sanki. En basit matematik sorusundan bile Türklüğe hakaret payı çıkarıyoruz. Koskoca profesöre soruyorsunuz: “Geçmişte Arap çöllerine doğru yola çıkardığın 1,5 milyondan 55 bin -sağ- çıkarsa, geriye ne kalır?” Bir şair/yazar için soru bu kadar basit. Ama o 1 milyon 445 bin dolayındaki çoluk-çocuğun, yaşlının, kadının nasıl buharlaştığını açıklayamıyor sana. Hele hele, neden o tarihten itibaren dünyanın dört bir yanında yetimhaneler açıldığını ve ailesini kaybeden onbinlerce çocuğun buralara sığındığını düşünmek bile istemiyor. Bu gerçeğe işaret edebilecek tek duyarlı kesim olan yazarlar ve şairlerse -çünkü tarihçiler kör ve sağır, siyasiler sinsi, devlet adamları hesapçıdır- “ihanet” damgasıyla karşılaşıyorlar. Toplumsal ve kültürel DNA yapımız, yazarların ve şairlerin, tek bir çocuğun gözyaşının bile bütün bir dünyayı parçalayacak kadar değerli olduğunu farketmesinin şifresini çözmekten yoksun.
İşte bu ortamda, bu cehennemde, haksızlıkların boyutları ile şairin kalbi arasındaki o tuhaf sıratta, aşağı düşmemek için, aşağılık hale düşmemek için çabalıyorum. Niçin mi küfür? Herhalde bunun için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder