20 Temmuz, 2007

SÖYLEŞİ: HAYDAR ERGÜLEN


“Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm”


1- Öncelikle “Keder gibi Ödünç” kitabınız tüm Haydar Ergülen kitaplarının üzerine çıkmış. Bir yalvaç edasıyla mürekkebini dillendiren bir şairle karşılaştığımı söylemek isterim. Özellikle bu kitaptaki aşka dair yaklaşımlarınız ve yaralayıcı dizeleriniz beni çok etkiledi.

“bilinir de ahmakıslatan da ustalığım
çırak bile sayılmam şu aşk ilminde…”

Yine aynı kitabın bir başka şiirinde,

“pul seni arar çünkü
jeton sesinden geçeni…”

Dizelerinizle artık söylemek istenileni en sade ama en derine işleyerek söylediğinizi gözlemledim. Bu da Haydar ERGÜLEN şiirinin doğası olsa gerek. İmgeleri fazla yormadan, sözcükleri kırıp dökmeden en yetkin şekilde söylemek. İnsandaki gize yaraya gidip gidip dokunmak. Yormak insanı!



Kelimeleri yormak istemem, çünkü onlar 50 yıldır kardeşimdir. İnsan kardeşini yormak ister mi ? Zaten hayatta, yazıda, evde, sokakta yeterince yorduk kelimeleri, kendimize benzettik. ‘İnsan kardeşleri kadar kutsaldır’ demiştim yıllar önce bir söyleşimde, onlar, yani kardeşler ve kelimeler, bizim kendimizi sevmemiz, dünyayı sevmemiz için elimizde, dilimizde, kalbimizde duruyor. Öyleyse bizim de onları kırmadan, yormadan, yıpratmadan sevmemiz, en azından ‘şiir yazan’ insanlar olarak güzelce ağırlamamız gerekmez mi ? Hem insanın kendisinden çok kardeşine güvenmesi, ona itina ve ihtimam göstermesi gerektiğine inanırım. Hal böyleyken, ben de daha fazla yazıp kelimeleri yormak istemem. Evet, onlar bizi yorsun, hem kardeşlerimiz tarafından yoruluyorsak, bu bize dinlenme gibi gelmelidir, değil mi ?



2- Yine Keder gibi Ödünç kitabınızda şu dizelere gittiğimizde de (aslında tüm şiirler insanın kuytularına işlemekte, kuyularına indirip suyun kaldı mı? Diye sordurtmakta ya da ışığın!)

“sütünü bende sakla acıdan taşmış
bir incir gibi içliyim sana…”

“Aramızdan hiç geçmeden gitti
hepimiz gölgesi eder miyiz bir ikindinin?”

Şiirlerinizdeki o naif yanı, dizelere sinmiş içtenliği ve koyulmuş aşkı sarraf inceliğiyle ve sahaf çeşitliliğinde işlemeniz okuyucuyu hep sarsmıştır. Sanki bu kitabıyla Haydar Ergülen şiirinin kümülâtifini almış. İşte toplandım, geldim. Köşe bucak burada, içinizdeyim diyor.

Teşekkür ederim, “Keder Gibi Ödünç” kitabımı ‘içerden’ okuyan biri, bir şair olarak, çok doğru tespitlerde bulunuyorsunuz. Ben bu kitabımın ‘Hayatımın bir özeti’ olduğunu düşünüyorum, bu sizin ‘şiirin kümülatifi’ dediğinizle aynı şey. Hayatımdaki kelimeler, imgeler, insanlar, anılar, şehirler, yolculuklar, arkadaşlar toplanıp gelmişler gibi. Ama hepsi de öylesine sessiz konuklar ki onların kalabalık ettiğini, konukluklarının uzun sürdüğünü söyleyemem. Doğrusu konuğun böylesi yine gelsin isterim, ‘şiirim’in kapısı onlara her zaman açıktır. Öte yandan bu kitapla gelen şiirler benim de en ‘hakikatli’ konuklarım sayılır. Bazıları yıllar öncesinde kalsa da, uzun zamandır görüşememiş olsak da beni unutmamışlar, terk etmemişler, bir ‘vefa’ duygusuyla gelmişler. Bıraktıkları keder yol açtıkları sevinçten daha fazla olsa bile, ben onları “Mutluluk Gibi Ödünç” ya da “Sevinç Gibi Ödünç” duygusuyla karşıladım, kederlerini ve sevinçlerini de birlikte, iç içe yaşadım.



3- 80 şiirine öncülük etmiş bir şair olarak, günümüzde 80 kuşağı şairlerinin son yıllardaki şiir sessizliğini neye bağlıyorsunuz? Mesela ben aklıma ilk gelenler olarak Osman Hakan A., Yılmaz Odabaşı, Nevzat Çelik, Hicri İzgören, Müslim Çelik hatta Enver Ercan’ı sayabilirim (bu isimler çoğaltılabilir). 80 şiirinin miadını doldurduğu konusundaki görüşlere ne diyeceksiniz? Bu bir tepki midir? Yoksa sistemin ve açmazların vermiş olduğu yorgunluğun suskunluğu mu?


80 şiirine ‘öncülük’ etmiş bir ‘şair’ değilim. Bunun üstüme yapışmasından da, üstüme kalmasından da ziyadesiyle rahatsızım. Sanırım 80 şiir döneminin başlangıcındaki ilk dergi olan “Üç Çiçek”i çıkaranlar arasında olduğum için böyle anılıyorum. Evet, 80 şiiri bir ‘dönem şiiri’dir, ne var ki hayli uzun sürmüş bir dönemin şiiridir, gereğinden fazla sürdüğünü de söyleyebilirim. Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle kurumlaşan otoriter yapı , gittikçe ‘sağlamlaşarak’ sürdüğü için bu dönemin şiiri de biraz uzun sürdü. Etkisi açısından olmasa da, süresi bakımından belki II. Yeni’den sonra en uzun süren şiirdir 80 dönemiyle başlayan. Fakat 2000’lerde yazılmaya başlanan şiir artık yeni bir şiiri, yeni bir dönemi haber veriyor. Buna ‘şiir yazan biri’ ve iyi bir ‘şiir okuru’ olarak çok sevindiğimi, çok ümitli olduğumu söylemeliyim. Sanki bu sürecin sonunda, tıpkı II. Yeni’de olduğu gibi müthiş, yepyeni bir şiirin çıkacağını düşünüyorum, dahası okuduğum örnekler bu konudaki inancımı güçlendiriyor. Bu aynı zamanda nihayet 80 şiirinin de sonuna geldiğimizi gösterir. Hem bir şiir akımının ya da döneminin belirli bir süre sonunda pırıltısının, veriminin azalması da doğal değil midir ? Şiirin yasaları da doğanın yasası gibidir, çoğu elenir, azı kalır. Ama 80 şiirinin Türk şiirine büyük katkıları olduğunu da görmezden gelemeyiz. Kim ne dersin 80 şiiri tam bir ‘şiire dönüş’ hareketidir ve şairleri de şiire, Türk şiirine bağlılıkları bakımından ‘Vefa kuşağı’ olarak anılmayı çoktan hak etmişlerdir. Yeter ki şiir akımlarına ve dönemlerine bakarken, gençlik heyecanlarına kapılıp ‘şiirin bizimle başladığı’ yanılgısına düşmeyelim. Şimdilerde yapılan bu. Hem şairlere yakışan bir davranış da sayılmaz bu inkarcı ve yoksayıcı tutum. Bugün okuduğumuz ve ömrümüz oldukça okuyacağımız hangi iyi şair geçmişteki iyi şiir miraslarını inkar ve red ederek kendi şiirini kurabilmiştir ki ? ‘Şiirin sessizliği’ne gelince, adlarını andığınız şair arkadaşlarımızın bazıları zaten az yazar az yayımlar, bazıları da biriktiriyordur diye düşünüyorum. İnceliğinizden ötürü bu ‘şiir sessizliği’ndeki arkadaşların arasında adımı anmamışsınız ama, ben de 2 yıldır şiir yazmıyordum. Bu yıl yeniden yazmaya başladım. Bu sessizliği doğal karşılıyorum. Geçici olduğunu biliyorum. Çünkü bende de öyle oluyor.



4- Yıllardır konuşulan tartışılan Türk şiirinin gelemediği nokta sizce nedir? Nereye gelmek istemiştir de gelememiştir Türk şiiri? Ve neden?

Böyle bir sorun olduğunu bilmiyordum, sorunuz vesilesiyle öğrenmiş oldum. Bu ‘nokta’ neresidir, kim tarafından ve nasıl belirlenmiştir, Türk şiirinin o meçhul ‘nokta’ya gelemediğine hangi ‘yetkili merci’ karar vermiştir ? Bunlar çok ‘muğlak’ ve o ölçüde de nesnellikten uzak ‘iddia’lardır. Tartışma ve değerlendirme bile diyemem. Bu haliyle de takdir edersiniz ki yanıt vermek de bana düşmez. Kim iddia ediyorsa, o meramını söylesin.


5- Hilmi Yavuz’un birkaç yıl once söylediği gibi “Ne zaman Nobel alırız o vakit AB ye gireriz…” sözleriyle ilişkilendirmek istediğim bir konu daha var. Bugün bir Türk romancısının nobel ödülü alması, ilerleyen yıllarda Türkiye’nin Nobelli bir şair de çıkarabileceğine bir gösterge olabilir mi?( Pablo Neruda, Octavio Paz, Odysseas Elitis, Yorgo Seferis gibi). Yoksa kendi içindeki kısır döngüsünü sürdürdüğü iddia edilen Türk şiirinin Dünya Edebiyatında henüz altyapısı oluşmadığı için ya da tanınmadığı için bunu beklemek hayalcilik mi olur?

Öncelikle Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü kazanmasının beni tarifsiz mutlu ettiğini, ‘ama’sız sevindirdiğini söylemek isterim. Türk şiirinin kendi içindeki kısır döngüsünü sürdürdüğü yolundaki iddiaya ise benden önce sizin karşı çıkmanızı beklerdim. Nobel almış ya da almamış hiç farketmez ama, benim gözümde Türk şiiri büyük bir şiirdir, dünyanın da büyük şiirleri arasındadır. Şiirin ‘taşra’ya ait olduğunu söylerim ve daha evrensel bir biçimde de romanın batıya, şiirin doğuya ait olduğuna inanırım. Latin Amerika da doğudur şiir sözkonusu olduğunda, Ortadoğu da, Afrika da, Balkanlar ve Uzakdoğu da. Zaten saydığınız Nobelli büyük şairler de, Pablo Neruda, Octavio Paz, Elitis, Seferis Doğu’nun da büyük şairleridir. Bizden de Nazım Hikmet, Necatigil, Sezai Karakoç, Gülten Akın, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Cemal Süreya, Edip Cansever, Dağlarca, İlhan Berk, küçük İskender...Bu liste elbette uzatılabilir, Türkçenin ve dünyanın büyük şairleridir ve onlar kalbimizdeki Nobel’i çoktan kazanmışlardır zaten.


6- Edebiyatta sınıflamalara karşı olmama ve yalnızca şiire şiir olarak bakmama rağmen, bugünkü Türkiye de hükümetlerle de ilintili olduğunu düşündüğüm, son yıllarda Türk şiirindeki sağa kayma hatta orada konuşlanmanın sebebini neye bağlıyorsunuz?

Bunu bana değil, kendilerini pek ‘sosyalist’, çok ‘anarşist’, dehşet ‘devrimci’, amansız ‘muhalif’ sanan ve sayan arkadaşlara sormalısınız. Hangi şair, üstelik ‘hükümetlerle ilintili’ olarak, muhalifliğinden, yani şiirinden taviz verir ? İyi şiirler ve yazılarla dolduramadıkları dergileri konuşulsun, kendileri de bunun üzerinden prim yapsınlar diye böyle iddiaların ortaya atılması Türk edebiyatında ve şiirinde yeni değildir. Yıllar önce de şimdi adını bile hatırlayamadığım pek ‘muhalif’, pek ‘keskin’ bir dergi, başta Adalet Ağaoğlu olmak üzere Türk edebiyatının kıymetli isimlerinin fotoğraflarını kapağında yayımlamış, üstlerine de birer çarpı atmıştı. İşte bu kadar kolay ! Kendinizden ve müritlerinizden başka kimsenin okumadığı bir dergi çıkaracaksınız, sonra da Türk edebiyatını ve şiirini var eden büyük isimlerin üstüne birer çarpı atacaksınız ! Ve bunu da üç gün sonra vazgeçeceğiniz, o güzel ütopyamız, ‘sosyalizm’ adına yaptığınızı iddia edeceksiniz ! Gel de bunların dersini vermek, hadlerini bildirmek için 80 öncesini özleme ! Yazık ki ne yazık ! Bildiğiniz gibi, birinin ortaya çıkıp ‘hadi tasfiyeci geldi hanım !’ diye bağırmasıyla olmuyor bu işler. Tasfiyeyi edebiyatın, şiirin kendisi yapıyor zaten, öncelikle de bu lüzumsuz çıkışları yapan kifayetsiz muhterisleri ve dergilerini tasfiye ettiğini de unutmamak gerek tabii !


7- Keder gibi Ödünç kitabınızda yer alan “TRENLER DE AHŞAPTIR” şiirinizde geçen şu dizelerinize,

“Suya yakın bir kelime arıyordum
mırıldanmak için ahşabın sessiz derinliğini
denizi anlayan bir kelime arıyordum
ne gemi ne sahil ne mavi…”

kendi şiirlerimden birinin dizeleri ile yanıt vermek istiyorum.

“ve aradığını bulamamak
çünkü aradığını bulamamak iyidir
insan buldukça kaybolur!
buldukça insan harp olur
darp olur insan buldukça…”

Sonra da bir şair neyi arar? Arar da bulamaz hayatta? Hayatında şairde bulamadığı nedir? Diye soruyorum.


Şiiri düşüncelerle değil, kelimelerle yazıyoruz. Hepimizin elinde de eksiği fazlasıyla aynı kelimeler var üstelik. Aynı kelimelerle hepimiz şiiri arıyoruz, denizi anlamak için suya yakın, evi anlamak için sokağa yakın, hayatı anlamak için ölüme yakın ve aşkı anlamak için ayrılığa yakın kelimeleri arıyoruz, yani kendimizi arıyoruz aslında, bulsak ne yapacağımızı da pek bilmiyoruz ya, olsun asl’olan aramaktır. Sizin de şiiriniz de yazdığınız gibi “Çünkü aradığını bulamamak iyidir/insan buldukça kaybolur !” Size katılıyorum.


8- Beş Duyum isimli ikinci kitabımın “mavi tren” isimli şiirinde şöyle demiştim:
“ben seni başka istasyonlarda hiç beklemedim
bilirim kara trenden inmeyeceğini
ama bu gelen siren sesi sığınağa dönüş çağrısı
bu raylar tıkır tıkır kanımdaki demiri işliyor sanki
genleştikçe direkteki teller
rahatlıyor tenime yavrulayan serçeler…”

Eskişehirli olmanızın bir etkisi var mıdır bilmiyorum ama. Sizde tren ve gar imgesi bir önem teşkil ediyor. Yalnızca şiirlerinizde değil, denemelerinizde, köşe yazılarınızda da. Bir tutku mudur bu? Kitabınızın Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara isimli şiirinin şu dizlerine baktığımızda

“Kasvet boynuma girdi ve orada durdu
buharımızla ısınan o koca çocuk
meğer çok kısaymış trenin çocukluğu…”

Trenler ve garlar bir hüznün ifadesi olduğu için mi şiirlerinize bu derece yakışmakta?

Sevgili Mustafa, evet yazdığım şiirlerdeki tren ve gar imgelerinde Eskişehir’in etkisi var, çocukluğu ve saflığı arayış var, şiirin yolculuğuna erken çıkmış bir çocuk olmanın hüznü var, ama daha da önemlisi bütün bunlar ‘taşra’da geçiyor ve benim yazdığım şiirlerin durduğu yer de hep bir taşra garıdır, istasyonudur. Elbette başta eski ve büyük bir taşra olarak Eskişehir’dir, şiirlerimin yola çıktığı, mola verdiği ve dönüp geldiği o istasyon.

(İncelikli ve ayrıntılı sorularınız için size teşekkür ederim. Bazı sorularınızda yer alan kimi ‘iddia’lara biraz ‘sert’ yanıtlar verdiğimin farkındayım. Bu elbette sizinle ilgili değil. Bu iddiaları ortaya atan, yayan ve bundan adeta gizli bir zevk duyan kimi kifayetsiz muhterislere bir yanıt olarak olarak düşünün bunu lütfen. Tren, gar metaforlarını anlayacak yetenekleri, duyumsayacak incelikleri olsaydı, gözlerini bu kadar hırs ve bencillik bürümemiş olsaydı, şimdi ‘tren bizi almadan kalkıyor !’ telaşı ve hırçınlığıyla bir tür ‘yargısız infaz’a ve ‘linç’ eylemlerine girişirler miydi ? ‘Sosyalist’, ‘muhalif’ olduklarını iddia ediyorlar ama, tipik bir ‘faşist’ kafasıyla edebiyatta ve şiirde linç eylemlerinin başını çekiyorlar. Onları da şiirin ve kelimelerin terbiye etmesini dilerim.)

Hiç yorum yok: