20 Temmuz, 2007

ŞİİRİN DEMİNDE BİR ŞAİR: VEYSEL ÇOLAK



Veysel ÇOLAK: Şiiri konuşmak, insanı konuşmaktır!


“Ayağım takılsa sana düşüyorum yerçekimi sevgili
sarılınca derilerimizi değişiyoruz o kayan yıldızda
şimdi özleyip seni, kendimi kokluyorum”


MEK: Gülten Akın’ın bir şiirinde dediği gibi, “Gurbete eğimli çocuğun / Özleme eğimli olur annesi” dizelerindeki ince zeka duygusu ve bir yaprağın yere düşmesindeki nezaketi görmüşümdür hep Veysel Çolak’ın şiirinde.

Edip Cansever’in “Bu Gemi Ne Zamandır Burada!” şiirinin “insan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine” dizesindeki, insanın iliklerine iliklenen ve iç çekişleriyle doğrultamadığı Eylüllerdeki yürek hissi vermiştir şiirleri hep bana.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Ülkü Tamer bir şiirinde “Mermerin sunduğu damardır şiir /…/ kurşunun çıkışıdır” diyor, bu dizeler de çoğu kez Veysel Çolak şiirini anımsatır bana:


Veysel Çolak, “Mürekkep Zamanlar” adlı on ikinci kitabının (Papüris Y., Ocak 2005) girişinde okuyucuya şu dizelerle sesleniyor:

Gerileyecek yerim kalmadı
Düşerken sarılacağım sensin

Şiirinin en olgun çağlarını yaşayan, derin bir poetik duruşla okuyucuya ulaşan ve her yeni kitabıyla kendisine yeniden tutunmamız için olanak sağlayan, her kitabından sonra, gergefimizde iğne ağrıları, iplik iplik çözülmeler yaşatan ve kitaplarını bitmemesi için usul usul okuduğumuzVeysel Çolak’la şiirini ve günümüz şiirini konuştuk:

Öncelikle son kitabınız Mürekkep Zamanlarla başlamak istiyorum söze. Bu kitapta şiiriniz daha farklı bir mecrada akmakta, ve farklı bir akış sesiyle. Sizin de belirttiğiniz gibi şiir; değişen ve gelişen, diyalektik bir oluşum, diyalektik bir toplamdır. Mürekkep kimi zaman siyah, kimi zaman keskin bir kırmızı ve kimi zaman da mavidir, uzun yıllar kurumayacak gibi. Ben de bir şiirimde “rüzgar dağıtmak için mi eser / kurutmak için mi mürekkebi” demiştim. Sizin rüzgarınızın esiş yönünü biraz daha açarak başlayalım söyleşimize.

Mürekkep Zamanlar kitabının ikinci bölümünün girişinde;

Yara bir başkasında
ama kanayan benim!

diyorsunuz. Bize hep kendi yaramızla kendimize kanamamız öğretildi. İnsan başkalarını yaşamak için mi gönderilir hayata? Öznenin kendini yaşatmaması ne demek oluyor?

VÇ: Zor sorular bunlar. Umarım, yanıtlamaktan bıkmam. Çünkü yaklaşım biçiminiz, bir deneme yazmayı gerektiriyor. Böyle de olsa şunları söyleyebilir hemen: Önce yazdığım şiire sevgiyle yaklaştığın için teşekkür ederim. Senin davranışından yola çıkarak, insanı bütün yönleriyle açıklayabiliriz. Evet, yara başkasında ama kanayan ben oluyorum genellikle. Çünkü insanlaşmanın bir ölçütü olarak görüyorum bunu. Hem, her insanı bir başka insan açıklar daima. Daha doğrusu bir insana anlam verebilmek, diğerinin anlamıyla doğrudan ilişkilidir. Yoksa, dağların kuytuluk bir yerinde açıp ve sonra da solan bir çiçek olmanın ötesine geçemezsiniz. Başkası için var olamayan, hiçbir zaman kendisi için de var olamaz. Bunun tersi de doğru; ama toplumsal yaşantı söz konusu olduğunda ötekini öncelemek daha insanî geliyor bana. Bu nedenle de kendimi öyle kuruyor ve yaşıyorum. Bu, aynı zamanda, sınıflı bir toplumda kültürel, ideolojik bir içerik, bir tavır da taşıyor. Zincirlerinden başka hiçbir şeyi olmayanlardan birisiyseniz, yaşamınızı onlara adamaktan başka çıkar yolunuzun olmadığını bilmek, o bilinçle yaşama sahip çıkmak durumundasınız. Benim yaptığım bu. Önemli olan, hep beraber diyebilmek. Şiirin, bütün sanatların amacı da bu değil mi? Yani insanî erdemleri yaşanır kılmak değil mi aslolan? Durum hiç de o kadar karmaşık değil. “Ben, senim.” diyebiliyorsanız; bu duyarlılığa, bu bilince sahipseniz sorun kalmaz sanırım. Çünkü, kimse kendine kötülük yapamaz; böylece başkasına da kötülük yapamaz olur. Önemli olan bunun kavranması, yaşam biçimi haline getirilmesi. Empati diyorum anlayacağınız. Bu insanî derinliğe ulaşmadan iyi şiirlerin yazılabileceğine de inanamıyorum. Bu, bireyin kendini yaşamaması değil. Tam tersine, bireyin başkalarına sahip çıkarken kendine ve geleceğine sonuna kadar sahip çıkması anlamına geliyor. Doğru kavrayış da bu olsa gerek.

MEK: Veysel Çolak olarak günümüz şiiri üzerine yazdığınız yazıların, edebiyat dergilerinde yayınlanan eleştirilerinizin, hazırladığınız şiir yıllıklarındaki tespitlerinizin doğruluğuna karşın, bazı çevrelerce nesnellikten uzak, sevgisiz yaklaşımlarla eleştirilmektesiniz. Tüm bu eleştirilere rağmen, Türk şiirindeki yapı taşlarından birisiniz ve şiirin kimyasını da iyi bilmektesiniz. Bunu ben değil, belirleyici olan ve her şeyin altını çizen zaman söylüyor.

Şiirimizi işgal eden kaoslarla sık sık mücadele eden ve bugün en çok eleştiren ve eleştirilen! şairlerden biri olmanızdan yola çıkarsak; bu çevreler için hem üzüm yiyorlar, hem bağcıyı dövüyorlar diyebilir miyiz? Bu durum, sizi ve şiirinizi yoruyor mu?

VÇ: Bak, bilen biliyor. Hiç tanışmadığımız halde yazdıklarımdan yola çıkarak olumlu “şey”ler söylüyorsun benim için. Buna ben içtenlik diyorum. Şiir, konuşuyoruz. Bilinen odur; ki şiiri konuşmak, insanı konuşmaktır. Özellikle Türkiye’de bu, kesinlikle böyledir. Çünkü Türk şiir tarihi, Türkiyeli insanın ve Türkiye’nin tarihidir. Böyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. İşte bunun bilincinde olmak gerekir. Ama başarılamayan da bu. Sorunlar da bundan kaynaklanıyor ve besleniyor zaten. Öncelikle şiirin kimsenin malı olmadığı anlaşılmıyor nedense. Bir şiir yayımlandıktan sonra, artık o, düşüncenin bir nesnesidir. Üzerinde düşünülmeyi gereksinir. Çünkü şiirle (diğer sanatlarla da) bir toplumun estetik düzeyiyle doğrudan ilişki kuruyorsunuz, ona müdahale ediyorsunuz demektir. Bu bilinçle, Marks’ın “mükemmel olmayan bir şiiri insanlara götürmenin suç olduğunu...” hep göz önünde tutacaksın. Yani kariyerizmden, popülizmden, uvriyerizmden, opotünizmden arınarak; kendinden yana değil, senin olmasa da, şiirden yana bir tutum geliştireceksin. Ben bunu başarmak için kendimi görevlendirmiş bir adamım. Şiire ilişkin yazdığım yazılarda, kurmaya çalıştığım şiirlerde hep bunu gözettim. Yani, özenle şiirden yana olmanın savaşımını verdim hep. Benim gibi bakmayanlar, yani şiirden yana olmayanlarla ayrı düşmem doğaldır elbette. Onlarla yeterince şiirden yana tartışmalara giremediğimi de biliyorum. Çünkü bir tartışma zemininin oluşması da öylesi kişiler tarafından olanaksızlaştırılıyor. Tartışmak, herkesin bildiğini getirmesi; o bilinenler çevresinde, doğruyu bulmak çabasıdır. Bizde böyle işlemiyor bu. Tartışmak ediminden herkes, galip gelmeyi anlıyor. Ortaokul münazaraları gibi yani. Daha kötüsü, tartışmak eylemliliğinin, şimdilerde, bir reklam olanağı gibi görülmesi. Ad duyurmanın iğrenç bir biçimi. Görünen bu. Elbette bu işleyişten hoşnut değilim. Çünkü, çok zaman yitirilmesine neden oluyor bu. İvedilikle yapılması gereken birçok çalışma, ertelenmiş oluyor. Birlikte düşünmenin olmadığı yerde büyük açılımların oluşması olanaksız. Bu görülmüyor. Oysa, dünyada tek üretilemeyen, biriktirilemeyen, ertelenemeyen ‘şey’in zaman olduğu kavranılmalı artık. Bu, uyarıcı olabilir belki. Boşa giden onca zaman, belki olumlu bir biçimde dönüştürülür. Bugün, harcanan zamanların nelere dönüştürüldüğüne bir bakarsanız, açılan boşluğu daha iyi görürsünüz sanırım. Bu bağlamda benim de zamanımın çalındığını söyleyebilirim. Onca boş şeyi okumak zorunda bırakıldığım için üzgünüm. Ama yapacak bir şey de yok. Bu, şiirimi neden yorsun ki...? Bir yararı bile oluyor diyebilirim. Düşünmemi, yeni düşünceler üretmemi sağlıyorlar çünkü. Diyalektik bir kavrayışınız, sağlam bir ideolojiniz varsa, bundan bireysel anlamda, karlı bile çıkabilirsiniz.

MEK: “Mürekkep Zamanlar” kitabınızın giriş şiiri “Yara İçinde Yara” da, “saçlarını topla ki boynunda alanlar açılsın” demişsiniz. Bu şiirin oylumlarında gezintiye çıkan genç bir şairin, şiiri tetikleyen aşkı arayışı gibi, şiir aşkı aradıkça, sanki şairdeki anafor yeniden başlıyor ya da şair sönmüş ve yorgun bir volkana kendini hatırlatmadan duramıyor. Şiirlerinizde sıklıkla aşktaki kırgınlığı görüyoruz, ama bir o kadar da aşka bağlılığı. Bunlar şiirinizin ana temasını oluşturmakta. Buradaki tılsım, okuyucu belleğinde bazen iki kıtayı birbirine bağlayan köprüler kadar etkinleşiyor. Şu dizeler sanki aşka olan duruşunuzu daha da bir netleştiriyor.

“Unutmadım herkese bir akarsu borçluyum”, “ben derimi yüzdüm sen soyunurken” dizelerine; “Son Kuşlar” şiirinizde “Hepimizi ancak bir kadın açıklayabilir” demişsiniz. Bir kadını da ancak bir şair açıklamaz mı!.

V.Ç.: Kadınları önemsiyorum, ama öncelemiyorum. Bunun bilinmesini isterim. Evet, her insan bir dünyadır; ama kadınların iki dünya oluşturduklarına da inanırım. Anadolu’da, kadın etinin ağır olduğu söylenir. Çok şeyi anlatır bu. Toplumsal bir birey olarak, ilk karşılaştığımız iktidardır kadın. Anamızla başlayan bu ilişkilenme ömrümüz boyunca sürer. Bakmayın erkeklerin egemen oluşuna. Türk toplumunda kadınların cinselliği de iktidarda olmuştur daima. Kıskançlıkların, töre cinayetlerinin, namus davalarının... kökeninde o cinsel iktidar vardır. Derinliğine okuduğunuzda kadının, kültürel-cinsel iktidarı çıkar karşınıza. Bu ilişkilenmede bir eşitlik kurmak, neredeyse, olanaksızdır. Bu durum, kadını özel kılarken, toplum dışına da düşürür. Sorun da bu zaten. Ben şiirlerimde bu kavrayışı estetize etmeye çalıştım çoğu kez. Çünkü, bu toplumun, en az, yarısını oluşturuyor onlar. Gene biliniyor ki, kadınların yer almadığı hiçbir toplumsal eylem başarıya ulaşamamıştır. Bu bile, benim tutumumu açıklar nitelikte olsa gerek. Ama şunları da söylemek isterim: Türk şiirini konuşmak, Türkiyeli insanı ve Türkiye tarihini konuşmaktır demiştim. Bu açıdan bakıldığında görülen şunlar olsa gerek: Divan şiirine baktığınızda soyut bir kadın imgesiyle karşılaşırsınız. Halk şiirinde ve Hececilerde ise, yanakları pembe, oldukça sağlıklı bir kız vardır daima. Tanzimat şiirinde kadın acınacak durumdadır. Alınıp satılandır, cariyedir çünkü. Servet-i Fünun’da yüzü görülmeyen, ama mendil atılan büyülü bir varlıktır. İncelendiğinde, sözü edilen bu şiir disiplinlerinde kadın o günlerin koşullarında yaşayan kadın değildir hiçbir zaman. İdealistçe tanımlanmış bir kadın tipleştirilmiştir anlayacağınız. Nâzım Hikmet’le kadın, ete kemiğe bürünür Türk şirinde. Erkeğe eş bir konuma taşınır. Kavga arkadaşı olarak algılanır ve önerilir. 1940’lı, ‘60’lı, ‘70’li devrimci, demokrat şairler de Nâzım Hikmet’i izler. Ben bu noktada duruyorum. Kadını kendime denk düşünüyor ve anlamaya, anlatmaya, yazmaya koyuluyorum. Ona değer verdiğim için, kendime değer verebiliyorum. Onu yücelttikçe kendimi yücelttiğimi düşünüyorum. Böyle olduğu için, “Beni bir kadının içine gömün” biçimindeki dizeleri yazmaktan mutlu oluyorum. Kadınla erkeğin eşitsizliğini benim anlamam olanaksız gibi. Sınıflı bir toplumda erkek, kadın, yaşlı, çocuk aynı sistem içerisinde yaşar ve aynı yöntemlerle sömürülürler. Bu, onların dayanışma içerisinde olmalarını gerektirir. Acıyan yanları aynıdır çünkü. Varmaları gereken nokta, kurtuluş yolları birdir. Yazdığım şiirlerle kadının erkekle bütünleşmesini önceliyorum, görüldüğü üzere. Bunu yaparken, kadınları yücelttiğimi söyleyebilirsiniz. Böyle olmasından, kimsenin rahatsız olmaması gerek. Çünkü, kadınlar, bireysel bağlamda düşündüğünüzde erkeklere ılıman bir iklim yaşatır, ayaklarını yerden keser. En güzel onlar okşar saçınızı, en güzel onlar bakar size. Bilinçsiz davrandıklarında da en büyük acıları yaşatırlar erkeğe. Delirtebilirler. Her zaman olduğu gibi Romeo’ların ölmesine neden olur çoğu kez. Bu da bir gerçek. Ama bunun kültürel bir olgu olduğu da unutulmamalı. Kapitalist, emperyalist yapılanma kadını hem kendine hem de erkeğe karşı örgütlüyor. Aşılması gereken bu. O zaman kadınla erkeğin bireysel ilişkisi daha sağlıklı olacak. Bana çektirilen onca acıya karşın, ben bunu yapmaya, bunun bir gün gerçekleşeceğini ummaya devam ediyorum. O yüzden aşk tema’ını işliyorum genellikle. Bunu yaparken, toplumsal ilişkilerini de kuruyorum özellikle. Bir şair olarak, kadınlar beni açıkladığı için ben de onları açıklayabiliyorum kanısındayım. Kadınları seviyorum anlayacağınız üzere.

MEK: Dergimiz Patika’nın bir sonraki sayısında, yeni bir dosya konusu olarak genç şairlerimize kendilerini soracağız. “Günümüzde genç şair genç şiir yazabiliyor mu?”.

Milliyet Sanat dergisinin 1974’te açtığı “En Başarılı Genç Şairi Yarışması”nda, yirmili yaşlarda Türkiye’nin en başarılı genç şairi seçilen biri olarak, bu konuya nasıl bir açılım getirebilirsiniz?

Ayrıca, 2002 yılında hazırlamış olduğunuz yıllıktaki değerlendirme yazınızda; genç şiirler ve şairleri hakkında “kendini yineleyen bir şiir kuşatmış ortalığı, şiirin yazılış ve varlık nedeninin unutulduğu bir noktada duruyor günümüz şairi, şimdilerde kendini yağmalayan ve durmadan eskiten bir şiir yazılıyor..” saptamasında bulunuyorsunuz, bu saptamanız bugün için de geçerli midir?

V.Ç.: 1970’li yıllarda da, şimdilerde olduğu gibi, şiir yazan çok insan vardı. Çok azı kaldı bugüne. Saysanız birkaçı geçmez bunlar. Bunu incelemek bile, günümüzde yazanlara büyük bir ışık tutabilir. Bu açıdan da konuya yaklaşmanızı öneririm. Böyle bir çalışma yapmanızı da elbette... Öncelikle şunları vurgulamak isterim: Şiir, kesinlikle adanmış bir ömür gereksinir. Bunu veremeyeceklerin şiire başlamaması en doğrusudur. Şiir hiçbir zaman bir heves olmamıştır, olamaz da. Eğer bu, göze alınamıyorsa, şiire uzak durmak, şairce bir tavır olacaktır. Herkesin eğlendiği anlarda, siz çiçek kitaplarıyla, sözlüklerle, botanikle, heykelle, resimle, fotoğrafla... uğraşmak zorundasınız. Onca şiir pratiğini incelemek, içerdikleri şiir bilgisini çıkartarak kullanır hale gelmek durumundasınız. Elbette bu da yetmiyor. Öylesi bir birikimi sağladıktan sonra, kendi kimyanızla, kendi renginizi üretmek zorundasınız. Bu kolay bir iş değil. İşte bu nedenle şiir için kendinizden vaz geçmek durumundasınız. Bunu yapabilenlerin şiirde başarılı olacağını düşünmek iyimserlik değil. Artık bilinen o ki insan beyninin en büyük kısmı dil ve başparmakla görevlendirilmiştir. Maddi ve manevi kültürün yaratılmasını sağlayan iki temel öğe: Dil ve el. Bu durumda geriye çalışmak ve adanmak kalıyor. Anımsatmakta yarar var, yeteneğin onda dokuzu da çalışmak değil midir? Günümüz genç şairi bu bilinçte değil gibi görünüyor. Sanırım kendini şiire adayamıyor. Zorunlu şiir birikimini sağlamak için büyük aranışlara girişmiyor. Bu da onun yüzeyselleşmesine neden oluyor. Giderek, şiir okuyarak şiir yazmaya yöneliyor genç şair. Anlaşılması çok zor bir analoji yapılıyor şimdilerde. Daha acımasız söylersem, okunan bazı şiirlere benzetilerek şiir yazılıyor. Bu, bir şair tutumu değil. Hiçbir zaman, bu yönelimden başarılı bir şiir çıkmaz. Hiç okumayanlar da var. Öğrencilik sıralarında kitaplarda gördükleri şiirlere biçim olarak benzeyen metinler yazmakla yetiniyor çoğu. Böyle bir durumda geç şiirden söz edilemez sanıyorum. Bir şiirin genç olması, şiirin bütün tarihsel kalıtını (mirasını) içermesi ve biçim, biçem, yapı, tartım bakımından yenilikler getirmesi gerekir. Ben böyle bir gelişmenin olduğunu, ne yazık ki, görmedim. Daha kötüsü, Türk şiir anıtlarının düzeyi bile yakalanmış değil. Ama büyük bir birikimin olduğu da kesin. Eğer, bu bilinçle davranılırsa, yakın gelecekte yepyeni şiirlerle karşılaşabiliriz. Ayrıca, Türk şiirinin buna çok gereksinmesi var.

MEK: Genç şiir ve şairinden söz açmışken, yıllardır şiir ve edebiyat ödüllerinde jüri üyeliği yapıyorsunuz. Ancak geçen yıl jüri üyesi olarak bulunduğunuz şiir ödüllerinde, bir hayli gündem oluşturdunuz ve aylarca tartışıldınız. Özellikle Ertan Yılmaz’ın üst üste aldığı şiir ödüllerinde, jüri üyesi olmanız; bazı çevrelerin eleştiri oklarını tümüyle size yöneltmesine sebep oldu. Tabii bu arada Hilmi Yavuz için de, “Oğluna ödül verdi.” denildi.

V.Ç.: İroni devam ediyor. Hilmi Yavuz’un düştüğü konuma benim yanıt vermemi beklemek haksızlık olur. Ama şu kadarını söyleyeyim; dışardan bakıldığında, etik bir sorunun olduğu us’a geliyor hemen. Öte yandan böyle düşünmek başka bir etik soruna dönüşmüyor mu? Yani, diğer jüri üyelerinin kişiliğine doğrudan bir saldırı değil mi yapılan? Kendi şiirbilgilerini, beğenilerini bir yana bırakıp, kendilerine dikte ettirilen bir karara mı imza atmış oluyorlar? Eğer öyleyse, öncelikle Hilmi Yavuz’a değil, diğer jüri üyelerine karşı çıkılması gerekmez mi? Neden, bu yapılmıyor? Bu bağlamda, belki de, sadece Ali Hikmet (Yavuz) olumsuzlanmalı. Kim bilir...?
Unutmamak gerekiyor: Ödüller üç boyutludur. Katılana, adına ödül konulan kişi ya da kuruma ve jüriye verilmiş olur. Ödülün isabetli verilişi, öncelikle jüriyi onurlandırır. Jüri bunun bilincinde olarak verir / vermeli oyunu. Hangi şiiri / şairi öncelediğini de, bir değerlendirme raporuyla açıklamalıdır elbette. Bu, altı çizilen şiirin sorumluluğunu almaktır bir bakıma. Ben, sosyalist kültürün bir ürünü olan, kapitalizmde iyi kirletilen ödül kurumunun işleyişine böyle bakıyorum. Gene buradan hareketle her jüri üyesinin hazırladığını var saydığım değerlendirme raporunu yayımlaması gerektiğini söylüyorum. Ben, jüri üyesi olduğum yarışmalarda oy’umu kime verdiğimi içeren gerekçeli raporumu hep yazdım ve yayımladım. Benim jüri üyesi olduğum yarışmalarda Ertan Yılmaz’ın ödül almasına karşı çıkılacağı yerde; değerlendirme raporlarının peşine düşülsün. Bu dayatılsın şiir kamuoyuna, jüri üyelerine. Bundan alınacak sonucun şiire bir katkısı da olabilir. En azından unutulmuş, kullanılmaz hale getirilmiş şiirbilgileri tazelenir. Böylece, birilerinin yararlanması da sağlanabilir belki. Dahası, bir yarışmaya katılacak kişinin nelere dikkat etmesi gerektiği, önceden haber verilmiş olur. Bu, beraberinde doğal bir elenmeyi de getirir. Onca gereksiz dosyanın gönderilmesi de, daha baştan engellenmiş olur.
Bir bakıma “hamilik”ten söz ediliyor. Hemen şunu söyleyeyim: Şiirde, sanatta hamilik olmaz, olamaz, olmamalı. Türk şiirini kendinden başlatanlar anlamasa da, hiçbir zaman değişmeyecek bir gerçek var ortada: Şimdilerde iyice unutulmuş, ustalık-çıraklık ilişkisinden söz ediyorum. Şu bilinmeli ki, şiir öncelikle bir görgü işidir. Ustalık-çıraklık ilişkisi olmadığı sürece de bu görgü edinilemez. Böyle düşünmeme karşın, birilerine ustalık etmek istemedim hiç. Ama benim yakınımda olanlara, şiir denilen özgürlüğün ne olduğunu anlatmaya, göstermeye çalıştım hep. Bunu kavrayanlar da şiirde başarılı oldu, başarılı olmaya devam ediyor. Biraz da editörlükle ilgili bir şey bu. Bu işleyişi yaşamayanların, o süreçten geçmeyenlerin bunu anlaması zor elbette. Bir ara cümle olarak belirteyim: Şimdilerde olduğu gibi, editörlük kurumu işlemediği sürece, kendiliğinden bir şiir yazılacak; dergiler kendiliğinden çıkacak ve bir derleme olmanın ötesine geçemeyecektir. Oysa kendiliğinden değil, kendisi için olmalı her şey.
Gündemde taşındığı için söyleyeceğim şu: Okusunlar Ertan Yılmaz’ın şiirlerini. Dize, Kül, Edebiyat ve Eleştiri, Ünlem, Eski, Yom, Agora, Şarapya, Varlık, Kitap-lık... gibi dergilerde yayımlandı, yayımlanmaya devam ediyor. Şiirler üzerinden bir değerlendirmeye girişsinler. Bir aşama yapabilmeleri için, buna en çok kendilerinin gereksinmesi var. Ne denir? Gölge etmesinler, başka ihsan gerekmez. Yazık..! Jean Paule Sartre ne kadar haklı: Başkaları, birileri cehennem olmaya devam ediyor hâlâ.

MEK: Şiirimizin omurgasını oluşturan bir şair olarak, halen üretkenliğiniz devam ediyor. Bugün baktığımızda ellili yaşlardan sonra, şairlerin ya şiiri bıraktığını ya da kendini tekrarlamaktan öteye gidemediğini görüyoruz. Oysa sizin şiirinizdeki olgunluk her geçen gün farklı bir perspektiften bakıyor okuyucuya.

Son on yıla şöyle bir bakarsak, ilk beş altı yılında, edebiyat dergileri, daha kapalı ve Ece Ayhan’ın dediği gibi “imgeler sanatı” olan şiirlere yer verdiler. Daha sonra, İkinci Yeni hakkında yapılan, anlamsız ve uzak çağrışımlı sözcüklerin bağdaştırılmasıyla oluşturulmuş şiirleri kapsar, görüşünü benimsediler. Ve bu görüşü destekleyen şiirler ve manifestolar yayınladılar. Bu dönemde birçok genç şair türettiler.

Ancak, bu dönemin son üç yılına baktığımızda, daha çok süslü anlatımlardan uzak, karmaşık şiir yapısını reddeden, öze inmiş, arınmış bir dil yapısıyla her daim aranan şiiri, yeniden aramaya başladılar. Bunun sonucu olarak da, türettikleri şairleri tükettiler. Bugün şiirde gelinen noktada, şair, şiirdeki izleğini kendi belirlemiyor da popüler edebiyatın isteği, onun boyunduruğu belirliyor gibi sanki. O vakit şairin özgünlüğü ve özgürlüğünün yelpazesi sekteye uğramıyor mu?

V.Ç.: Ülkü Tamer, başka bir boyutuyla eğiliyor soruna ve şöyle bir soru soruyor kendine: “Yaşadığın dönemde yayımlanan şiir kitaplarını düşünün. Issız bir adaya gideceksin. Beş yıllık bir kesit seçmeni isteseler, yanına hangi dönemin şiir kitaplarını alırdın? Sadece o zaman diliminin kitaplarını seçeceksin.” Yanıtını da hemen veriyor; 1950-1955 döneminin şiir kitaplarını yanına alabileceğini söylüyor. Saf şiirin beş altın yılı olarak görüyor o yılları. Şairlerin ve kitaplarının adlarını sıraladıktan sonra; şöyle sürdürüyor: “ Saf şiirin var olduğu yıllardı bunlar. Şiir yaşamın içindeydi. Okunuyor, ezberleniyor, söyleniyordu. Seviliyor ya da sevilmiyordu. Şairin aklının kenarından bile geçirmediği yorumlar yapılmıyordu. Yazılanlar bu tür yorumlara açık değildi çünkü. Fiyakalı dizeler bile şiirin alçak gönüllülüğünü, yalınlığını taşıyordu. Evet. 1950-1955 şiirimiz beş altın yılıydı.” Önceki yıllarda da aynı konu üzerinde durmuştu Ülkü Tamer; bu itirazını hep gündemde tutmuştur. Bu konular üzerine düşünmüş müdür günümüz şairi? Arkadaşlarını (okuyucularını) yitirdiğini, şiir aracılığıyla kimseyle bir iletişim kuramadığını görüp kalemiyle kendine saldırmış mıdır acaba? Ülkü Tamer’in uzunca zamandır, sadece birkaç şiir yazmasının nedeni bu olabilir mi? Yanıtları çığlığa dönüşmüş ne çok soru var; şiire, şiirin okuyucu ve şairle ilişkilenmesi üzerine. Ama, bu çığlığı kimsenin duymadığı kesin. Yoksa ayrıntı güzelliğin peşine takılıp yaşam bu denli boşlanmazdı. Bir çeki düzen verirdi kendine şair. Yaşamla örtüşmenin bir yolunu bulurdu. Kitabî olanın dışına çıkıp yaşamın ürettiği şiiri yazardı. İnsandan ve onun geleceğinden yana bir şiir geliştirilirdi. Dergilerde yayımlanan şiirler ve şiir kitapları bunun yapılmadığını, hatta fark edilmediğini gösteriyor. Her şair kendi eleğini sıklaştıracağı yerde, kalburlar ediniyor. Binlerce şair (!) soluk soluğa yazmaya devam ediyor. Yayınevleri ticari bir yaptırım getirdiğinde de kendi kitabını basan basana. Şiir, kendi çokluğu içerisinde boğuluyor. Yetmişten fazla dergi izledim bu yıl. Beni şaşırtan çok az şiir gördüğümü rahatça söyleyebilirim. Yıl içerisinde birden çok şiir yayımlamış şairlerin şiirlerinde de bir gelişme yok gibi. 2004’de göre, belirgin bir gerileme var Türk şiirinde. Sanırım, “Acılarınıza dönün, şiir oradadır.” demek gerekiyor. Elbette, bireysel ve toplumsal bir acınız varsa... Bu nedenle olacak, 2005’te şair özneyi sorgulayan değerlendirmeler yapılmaya başlandı. Ramis Dara “Şiiri Şairin Zulmünden Kurtarma Denemeleri” yazmaya başladı. Öncelikle şiir fetişizmine karşı çıkıyor doğal olarak ve şu saptamayı yapıyor: “Şiirin bir işlevinin, dünyevi bir yanının, toplumsal bağının olduğunu unutan ya da göremeyen şiirci gittikçe siliniyor. Siliyor ve siliniyor. Hırçınlığı artıyor ve şiire kaldıramayacağı yükler yüklüyor. Oysa artık şiir ve şair kenardadır. Toplum değişmiştir, çağ dönüşmüştür, herkes ve her şey her yerdedir. Böyle bir noktada şiirin eski dolaşım gücü kalmamıştır. O kendisine daha ince, daha usul, daha alçakgönüllü, ama mutlaka yaşanan ve yaşanacak hayatla bağı olan, insana değen yeni yollar aramalıdır. Kendine yeni varlık alanları açmalıdır.” Ramis Dara’nın şaire belirgin bir öfke duyduğu görülüyor bu denemelerinde. Hatta, ‘şiirci’ diyerek aşağılıyor onları. Bence de günümüz şairi hak ediyor bunu. Şiirin yaşamla ilişkilendirilmesinin zorunlu görülmesi; Türk şiirinin öncelikle giderilmesi gereken sorunlarından biri. Dara; şairin kendini önemli, büyük, değerli, varlık-üstü, lütufkâr görmesine; toplumsal ve etik bağlar kuramayışına; kendinde kaba, bencil, benbenci olma hakkını görmesine, paylaşımdan uzak oluşuna, görevini hakkıyla yerine getirdiğine inanışına karşı çıkıyor doğal olarak. Bunların, radikal İslamcı, kaosçu, doğacı, anarşist... şairlerin ortak özelliği olduğu saptamasını da yapıyor.
Şeref Bilsel’in editörlüğünde yeniden yapılanan Şiir Ülkesi’nin bildirisinde de; “ Bizler şairi olması gereken yere davet ediyoruz; bunun için önce yersizlikle hesapaşılması gerektiğini biliyoruz. (...) Bugün Türk şiirine dair gerek dergi çıkaranları gerekse şiir yayımlayanları haklı kılacak, genel geçerliliği olan bir ‘ayar’ kalmamıştır.” deniliyor. Gene, “Beğenilen her şeyi reddetmek”, günümüz şairinin dramıdır Attilâ İlhan’ın saptamasına göre. Bu yaklaşımda da toplumdan, yaşanılandan kopuk olana bir eleştiri var anlaşılacağı üzere. Benzer eleştiriler getirip, “Şair, vur kendini!” deme gereği duymuştum ben de. 2005’te şairin sorgulanması sürekli gündemde tutuldu denilebilir. Merdivenşiir, Hölderlin, “Bilmem; hem, neye yarar ozanlar yoksunluk zamanında?” dizesini birkaç şaire soru olarak yönlendiriyor. Burada önemli olan “şair” sözcüğüne yüklenen anlam. Ama verilen yanıtlara bu görülmüyor. Şiirin öneminden söz ediliyor daha çok. Dünya karşısında şairin beceriksizliği öne çıkartılıyor ve böylece koruma altına alınıyor. Şairin sorunlu ve sorumlu oluşu nedense irdelenmiyor. Aynı dergi, bu kez “Niçin şiir yazıyorsunuz?” sorusunu yöneltiyor şairlere. Bilindiği üzere, insan ekonomik, ideolojik ya da psikolojik nedenlerle yazar. Kabul edilir, genel bir doğrudur bu yaklaşım. Ama şiir söz konusu olduğunda, bir şairin ekonomik nedenlerle şiir yazmayacağı açık. Geriye diğer iki etken kalıyor. Verilen yanıtlardan da anlaşılıyor bu. Ahmet Oktay; “Büyülemek ve büyülenmek için şiir yazıyorum; isyan etmek ve boyun eğmemek, inanmak ve red etmek için şiir yazıyorum; bir dil edinmek ve şarkı söylemek, gülmek ve ağlamak için şiir yazıyorum, hep ve hiç ölmek ve dirilmek için şiir yazıyorum, öğrenmek ve oynamak için şiir yazıyorum.” diyor. Kemal Özer ise; “Kimsenin arka çıkmadığı bir eylemi, kimsenin elinden tutmadığı bir emeği, kimsenin tanımak istemediği bir hakkı, kimsenin üstünde durmadığı bir ayrıntıyı, kimsenin yanına uğramadığı bir güzelliği, kimsenin değer vermediği bir yaşantıyı bile sahipsiz, dilsiz, tanıksız, tarihsiz bırakmamak için.” şiir yazma gereği duyduğunu söylüyor. Güven Turan da, “Dünyasını dile getirmek ve onu paylaşmak” için şiir yazmaktadır. Bu yanıtlarda psikolojik ve ideolojik nedenlerin öncelendiği görülüyor. Soruşturmaya katılan şairlerin ortak bakış açısının da bu olduğu söylenebilir. Dinî bir açılım getirenler için de geçerli bu. Görünen o ki, Türk şiirinin bugünkü işleyişine bakıldığında; “Bu çağda şairler ne işe yarar?” ve “Niçin şiir yazıyorsunuz?” sorularının sürekli gündemde tutulması gerekiyor. Bu iki soruya, yaşamsal dayanakları olan nedenler bulmadan, şiir yazmanın, şair olduğunu söylemenin hiçbir anlamı olmayacaktır. Böyle bir yaklaşım Türk şiirinin özgünlüğünü ve özgürlüğünü yeniden yaşanır kılabilir.



MEK: Toplu şiir kitaplarının yeni yeni gündeme geldiği ve yaygınlaştığı günümüzden çok önce, şiirlerinizi “Kalbim Hoşça Kal-l”, “Giz ve Yara-2” (Doruk Yayıncılık, 1996, Ankara) adları atında bir araya getirdiniz. Buradan Şu konuya açıklık getirmek istiyorum; sizin kadar popüler olmayıp şiir üzerinde söz sahibi olamayan birçok şairin(!), toplu şiir kitapları ya da şiir kitapları, büyük ve isim yapmış yayınevlerince, görkemli reklam kampanyaları altında basılırken, sizin gibi edebiyatımızın mihenk taşlarından birinin halen kitaplarının büyük yayınevlerince basılmamasının, çok okuyucuya ulaştırılması için çaba sarf edilmemesinin sebebi ne olabilir? Yoksa edebiyatta hep amatör kalmayı, metalaşmamayı mı prensip edindiniz. Eğer buna metalaşmak denirse!.

V.Ç.: Bilmiyorum, bu soruyu sadece beni değil de, herkesi ilgilendirecek biçimde yanıtlayabilir miyim? Şu kadarını söyleyeyim: Otuz beş yıllık kültür yaşamımda yazdıklarımı pazarlamak gibi bir derdim olmadı hiç. Bundan sonra da olacağını sanmıyorum. Benden istenmediği sürece de hiçbir dergiye şiir ve yazı vermedim. Hiçbir yayınevine, basılsın diye kitaplarımı önermedim. Kültürel etkinlikler sırasında olası karşılaşmalar, yapılan konuşmalar ve bunun sonucunda istenen kitaplar olmuşsa, bunları verdim yayıncılara. Basılmaları da öylece gerçekleşmiş oldu. Bu nedenle, oldukça dağınıktır kitaplarımın basımı. Buna, Anadolu’yu gözetmek gibi, benim tutuculuğumu da ekleyebilirsiniz. Zaman zaman tutarsızlık göstersem de, bir şiir yayımlandığı derginin konumuna göre ideolojik eklemlenmelere uğrayacağı düşüncesi yönlendirdi beni çoğu kez. Ehlileşmekten korktum diyebiliriz buna. O yapılan içerisinde kariyerizm belasının kirleticiliği korkuttu belki de. O sözünü ettiğini yayınevlerinin bana uzak duruşunun ideolojik nedenleri olmalı diye düşünüyorum. Aramızdaki kan uyuşmazlığı, yeterince açıklayıcı değil mi? Hem kendilerine karşı olan bir şiiri, bir poetik anlayışı neden öne çıkartsınlar ki? Onlar kendileri için sağlam duruyorlar. Sağlam duramayan, sözde bizim tarafımızdakiler. Bugün, bütün alanların yitirildiği bir nokta değil miyiz? Bütün anlamlarda yenilmiş değil miyiz?
Benim neonlarla aydınlatılmayışımın sadece ideolojik bir açıklaması olabilir. Amatörlük de önemli elbette. Zaten şiirde profesyonellik olmaz, olamaz. Yoksa, tam o noktada metalaşmanın başlaması kaçınılmazdır. Neyse...


MEK: Veysel Çolak’la yaptığımız bu söyleşiyi, onun “Kalkışma” şiirindeki şu dizeleriyle bitirmek isterim:

Kaleminin ucunda fışkıran anlam
sen yazdıkça silinmiş olmalı

Anlamın hiç silinmemesini dilerim.

V.Ç: Teşekkür ederim.

MEK: Biz de teşekkür ederiz.

Hiç yorum yok: