27 Aralık, 2007

Hüseyin Avni Cinozoğlu İle Söyleşi



Şiirin İstanbul Beyi,
Şiirin Deniz Feneri

Hüseyin Avni Cinozoğlu İle Söyleşi

MUSTAFA ERGİN KILIÇ






(…) hâlâ neden çocuğuz/ “baloncuları hapsedilmiş kentte”/ bilgem/ su akar/ geri gelir mi gençliği Erenköy’ün diyor, Şair Hüseyin Avni Cinozoğlu seçme şiirlerinin yayınlandığı son şiir kitabı Bir Albatrosun Düşler Defteri’nde. Bu toplu kitapta şiirindeki farklı seyirleri, farklı tatları ve izlekleri bir arada görme imkânı buldum. Aslında şiir ve edebiyat üzerine düşüncelerini içeren son kitabı Lirika’ya Akan Irmak’ı okurken, yalnızca şiirleriyle değil şiir konusundaki bilgi ve birikimiyle de yalvaç bir şair olduğu gerçeğini bir kez daha gördüm. Naif kişiliğinin yansıması olan şiirlerindeki derinlik, incelikli imgeler, dokunaklı ve yenilikçi sözcük seçimleri, aynı şiirin farklı duraklarındaki sürekli şaşırtıcılık, şiirden beklentinin dizeler ilerledikçe farklılaşması ve üst düzeye çıkması sanırım Cinozoğlu şiirini özgün ve özgürlükçü kılan en önemli yanlardır. Bu kitap da yeniden okuduğumuz gençlik yıllarında yazılmış şiirlerinde hâlâ tazecik bir ekmek gibi okuyucunun kalbinde sıcacık bölünmesi ve hala o buğunun hissedilmesi, gerçek şiirin zamanla eskimek yerine, yerini sağlamlaştırdığını ve kıvam bulduğunu bizlere ispatlamakta.

Çok değerli hocam seçme şiirlerinizin yayınlandığı kitabınızdaki Gece Çiği şiiri beni çok etkiledi. Bu şiir özellikle Hüseyin Avni Cinozoğlu’nun şiirindeki narin ruhun, içtenliğinin ve içliliğinin bir göstergesi. Şiirle insanın en dip noktasına nasıl dokunulacağının yetisini bize vermekte. Ve şiirde imgenin ince zekâyla yakalandığının en iyi örneklerini sergilemekte. (…) kadın güzel bir leke/ gecenin kollarında/ yapraklarından soyunuyor ağaçlar/ leylâkları suluyor çığ/ (…) insan toprak çiğdem/ ilk felsefe derdim/ ölünce çiğdemler gibi/ toprakta açacağız derdi annem
Şairlerin bir kısmı şiir dertlerini kendileri dillendirirler. Manifestolarla şiir üzerine yazılarla kendi şiirlerini kendileri çözümlerler. Kimileri de yıllarca sessiz kalır ve sadece şiir yazarlar. Hep çözümlenmeyi ve tanımlanmayı beklerler. Bu konuda sizin görüşünüz nedir? Size Hüseyin Avni Cinozoğlu şiirini sorsak? Şiirleriyle bugüne kadar edebiyatımıza ne vermek istediğini?


Sevgili Mustafa, girizgâh cümlelerinden mutlu oldum. Sanki şiirimin senin bu cümlelerinle tanımlanmasına ihtiyacı vardı. Şiirimde fark ettiğin incelik, derinlik, zekâ nitelemelerinden dolayı teşekkür ederim. Beni çocukluğuma da götürdün. Bir anı: Çocukken beş, altı yaşımda anneme öldükten sonra ne olacağımızı sormuştum. Annem de evimizin yukarısındaki bayırda açan çiğdemleri gösterip, “ölünce çiğdemler gibi toprakta açacağız” yanıtını vermişti. Belki o küçük yaşta cennet-cehennem gibi konulara girmeden… Çünkü benim çocukluğum doğaya aitti. Ve annem en doğru olan çözüme başvurmuştu. Ben de öldükten sonra çiğdem olmaya sevindiğimi hatırlıyorum.

Temel soruna gelince; Dağlarca örneğinden yola çıkmak istiyorum. Dağlarca hep şiire sadık kalan bir öke. Sadece Papirus dergisinde Cemal Süreya’nın başını çektiği bir edebiyatçı gurubunun sorularına yanıtlarını içeren uzun söyleşi dışında, şiir dışında bir yazı etkinliği yok. Doğru olan da bu… “Şiir kuma kabul etmez” sözünü en çok yineleyenler, şiir dışı yazı alanlarında da kalem oynatmaktan geri durmamışlardır. Zaman, zaman “hikâye” yazdığım için kendimi eleştiririm. Şiir geldi entelektüalizme dayandı. Hayatla yetinmeyen, başka şiirlerden, edebiyat dışı metinlerden beslenen, intertekstüalite ile zenginleşen bir süreç, son çeyrek asırda yaşanılan şiir yolculuğunun güzergâhlarını belirleyici oldu. Bazı güzergâhlara şiirimiz ilk kez uğruyor; yeniklileri deniyor, çıkmaz sokaklara sapıyor. Artık şiir ‘duygu’ dan değil, entelektüel bir algıdan yola çıkıyor. Kavramsal bağlamda olmasa da felsefî bir sorunsalı şiirsel vizyonun imgeleriyle cem ederek düşünce ufkunda açılımları göze alıyor. Heiddeger ve Kierkegard’dan yola çıkıyor.Geleneksel dokusu itibarıyla şiirimiz, ‘duygu’ kaynaklı bir özellik gösterirdi. Entelektüel bir şiirin günümüzde alan kazanıyor olması olumlu bir nitelik sıçraması olarak değerlendirilebilir. Bu salt teknikle, biçim, biçemle ilgili değil. Kaldı ki Divan Şiiri de teknik, biçim, biçem olarak yetkin ve senkronize bir şiirdi. Entelektüel bir derinlik için, şairin bir egzersiz ortamında mesaide bulunması gerekiyor. Bu nedenle şiir ve edebiyatı konu edinen metinler kaleme alması, farklı görüşlerin kalemşorlarıyla yıkıcı ve yapıcı tartışmalara girmesi zorunlu. Bu sayede şair poetik bir disiplinle takviye edebilir şiirsel hinterlandını. Şiirin okulu yoktur; bu doğru ama çıraklıktan başlayarak, şiirsel yetişme süreci hatırı sayılır bir ‘üniversite tahsili’nden hiç de kolay bir süreç değildir. Şahadetnameyi aldığınızda, kapıyı açıp şiir odasına girince, bütün bir şiir tarihi, Divan Şiiri dahil, bütün bir antoloji, başka dildeki ehliyetli şairlerden mürekkep zengin bir terekeyle karşılaşır şair. Kabul ettiğiniz bu terekeyi hatmederek, şiir dünyanızı şekillendirmeye ve hamle yapmaya sıra geldiğinde, birikim ve yetenek, iki ana damar olarak, şiir okyanusunuzu beslemeye başlar.

Ben Dağlarca örneğini aklıma getirip, uzun yıllar poetik metinler kaleme almadım. Benim poetic metinleri yazmamdaki temel gaye kendimi yetiştirmek, bilgi ve görgümü yetkinleştirmekti. Mevlâna, “Ceyhun ırmağının tamamı içilemiyor diye, bir avuç suyunu içmeyi denemekte ne mahzur var?” diyor. Galiba ben de bu ırmaktan nasibim kadar içmekle iyi yaptım. Radarımı tuttuğum alanlar, senin gibi genç kuşağın seçkin bir şairi için de yararlı olmuş… Bu beni mutlu etti.

Son yıllarda dikkati çeken bir ‘Manifesto’ enflâsyonu var. Çok değerli şair Baki Ayhan T. Akademisyenliğinin de katkı sunduğu birikimi ve öngörüsüyle kapsamlı ve yetkin bir metin kaleme aldı. Diğer manifesto ve bildirgeleri kaleme alan şairlerin metinleri enez ve cılızdı. Bu nedenle ufuk açıcı, dönüştürücü bir etkiye sahip olmadı. Bir de 80 yıllardaki ‘Yenibütün’ manifestosunu, ciddi algılamaya müsait bir girişim olarak değerlendirmek mümkün. Ama Batı’daki ‘manifesto’ ve ‘bildirge’ler sanatın şiir dışındaki alanlarını, sinema, tiyatro ve resmi de etkileyen girişimlerdi. Hatta yaşam biçimlerini belirleyici bir etkiye sahip oldular. K.İskender’in doğru bir saptaması var: “Perulu bir şair, ‘Yedi Meşale’ ya da ‘Garip’ akımını göz önüne alarak şiir yazıyor mu?” Hatırladığım kadarıyla böyle bir cümlesi var K. İskender’in. Çok net bir temellendirme. Demek ki manifesto denilince ‘evrensel’ bir belirleyen gerekli.

Şiir yazarken, ruhsal potansiyel enerjimin ( Libidinal Enerji ) yoğunlaştırdığı anksiyetemi, bir anlamlandırma çabası ile gidermek isteği var temelde. Bu sayede, bu anlamlandırma ile anksiyeteden kurtuluyorum. Özünde nevrotik, hatta şizoid bir süreç. Ama şiir, sonuçta aşk gibi huzurdan çok huzursuzluk veren bir sergüzeşt. Ama ben bu huzursuzluğu ve nadir anlarda bana yaşattığı ‘mutsuz sevinci’ seviyorum. Bir yerden sonra da ‘iyi şiir’ yazmak amacım oldu. Dünya görüşü olarak sosyalizme yakın bir konumda olduğumu söyleyebilirim. Ama tekil örnekler dışında, şiirimde sosyalizmden kaynaklanan bir ‘muhalif duruş’ yoktur. Sosyalist siyaset daha nitelikli bir düzeyi içermesine rağmen, siyasetin dayandığı mihver sonuçta ‘vasat’ algılara prim tanıyan bir mihver. Dolayısıyla, şiirimde dünya görüşüme koşut bir anlamlandırma yoktur.

Güller Öksüz Kalabilir kitabınızdaki Albatros şiirinizde de dediğiniz gibi: (…) “ve ben bu sonsuz sürgünde/ tayfalardan da yakın buldum/albatrosları kendime”
Albatros neyin imgesidir sizin şiirinizde? Neyi sesler? Niçin baskındır? Zira bir kitabınızın adı da Albatroslar Yüksekten Uçar (şimal saçlı kadınları sevdim erguvan akşamlarda)


‘Albatros’ adlı şiirim Charles Baudelaire’in ünlü ‘Albatros’ şiirinden mülhemdir. Albatroslar okyanus kuşlarıdır, kanatlarını açtıklarında kanatlarının uzunluğu dört metreyi bulur.Gökyüzünde görkemli bir görünümleri vardır. Ama yere indiklerinde hantallaşırlar. Tayfalar uzun kanatlarından tutup geminin küpeştesinde Albatrosları sürükleyip alay ederek eğlenirler. Baudelaire Kalküta’ya yaptığı bir gemi yolculuğunda tanık olur Albatrosun bu güçsüz haline. Şairler de Albatroslar gibi hayal dünyasında güçlü, sıradan hayat içinde güçsüz ve zavallı bir durumdadır. Baudelaire’in bu durumu betimleyen dizeleri:
“Ozan da benzer o bulutlar kralına
Ruhu oklarla bulutlarla sarmaş dolaş olan
Düşmüş yeryüzüne yuhalar arasından
Çekeceği var onun dev kanatlarından”
Ben de Albatros imgesiyle şairi ama öncelikle şair olarak kendimi anlatmak istedim. Tayfalar ise gündelik dünyanın güç odakları, beylik beğeniler içindeki para, statü, iktidar sahibi duyarsız insanlar.

Tuncer Uçarol’un dediği gibi “İstanbul’un kendinden daha güzel şiirler yazan şair” (Serçe Umudu kitabınızın Sarhoş İstanbul şiirinde dillendirdiğiniz gibi: İstanbul ayık bir dukadır/Onu sarhoş eden kadınlarıdır). Kitaplarından seçme şiirlerinin bulunduğu bu kitapta da yer alan İstanbul’da Son Sedefkâr ( kör bir nakkaştı/ herkesten daha çok gördü gün ışığını) ve İstanbul Unutkan Yosma kitaplarınızda da anlattığınız gibi bugün size o yazdığınız İstanbul şiirlerinin üzerine birkaç dize yazın desem ne yazardınız? Ve bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?

Tuncer Uçarol gibi çok önemli ve yetkin yargıları olan bir edebiyatçının, İstanbul’u izlek edinen şiirlerimi ‘İstanbul’un kendisinden güzel’ bulmasını, şiirime verilmiş büyük bir ödül gibi algıladım. Bu şiirlerim için bana yazdığı mektupta değerli şair Leyla Şahin: “Soluk soluğa şiire koşuyorsun. Sonra bir kanat değimi dinlenip üzüm ve gökyüzünden yaptığın şaraptan bir kadeh sunuyorsun. Kadeh değil dolu bir tas demeliyim.Senin yüreğin kadehden daha geniş. Biliyorsun yüreği çay bardağı kadar olmayanlar da şair İstanbul’da”. Yücel Kayıran adalet kavramını yetkin olarak açımlayan bir şair. Mehmet H. Doğan, çağdaş şiirimizi kanonlaştırırken vahim hatalar yapmıştır. Bugün şiirsel bir etik ve adalet olarak ‘meyhane arkadaşlığı’ kanonlaştırmada etkili olmamalı. Bu bir yana, Zeynep Köylü’nün şiirimizdeki yerini, önemini ve niteliğini doğrusu merak ediyorum. Çağdaş şiirimizin usta şair kadınlarından Betül Tarıman “İyi bir dergide yayımlanan iyi bir şiir önemli bir ödüldür” demişti bana. Ben de Betül Tarıman gibi düşünüyorum. İyi bir dergide iyi bir şiirim yayımlandığında, genç bir şairin haletiruhiyesi içinde, yüreğim sevinçle kanatlanıyor. Soruna gelince; İstanbul’u izlek edinen şiirlerim acemilik, gençlik dönemimde yayımlandı. Duyumsallığın etkili olduğu bir yaşanmışlığın, hatıralardan yola koyulan bir algı yoğunluğunun belirlediği şiirler. Bir hayret nidası, güzelliğe karşı bir neşide, hayranlık. Tuncer Uçarol’un fark ettiğini Enver Ercan ve Kemal Özer neden fark etmedi? Bu iki şairin hazırladığı ‘İstanbul Şiirleri Antolojisi’nde şiirlerimi göremedim. Belki Periferide yaşadığım için, İstanbul şiirlerimi içeren kitaplarımı, birinci sınıf bir yayınevinde bastırma şansı bulamadım. Bu yüzden sınırlı bir dağıtımı oldu. Kitaba aldığım için bu şiirlerin çoğunu dergilere de gönderemedim. Keşke İstanbul şiirlerimi ağırlıklı olarak içeren SAFRANBOLU’DA TEK DENİZ FENERİ ve İSTANBUL UNUTKAN YOSMA’nın yeni basımları için bir olanak doğsa. Bu konuyla ilgili sorunun son bölümüyle ilgili yanıtımı hemen aklıma gelen iki dizeyle nihayetlendirmek isterim:
“Alemden önceki mahşer
Tavaf eder yetmiş iki millet”

Ömrün Gecesi Lâmbasını da Getirir kitabınızda (…) “ne kadar da benzer/ son sevdiğimiz kadın/ ilk sevdiğimiz kadına” diyorsunuz. Toplu şiirleri okudukça dikkatimi hep gidilemeyen, gidilse varılamayan, varılsa alınamayan bir kadın dikkatimi çekti? Hep uzanıyorsunuz? Belki de dokunacağınız, tutacağız bir yerde. Ama sanki özellikle yaklaşıp yaklaşıp geri çekiliyorsunuz?
Bakınız Çigan şiirinize: (…) “gül akşamlarında/ gözleri kamaşmış gemilerin/ yelpazelerini tutuşturursun”
Yine bazı şiirlerinize baktığımızda: (…) kadın güzel bir leke/ gecenin kollarında/ yapraklarından soyunuyor ağaçlar/ leylâklarını suluyor çiğ
Devam ediyorum örneklerimi sürdürmeye: (…) sonra bir kadının/ akik aynalarda dağılır/ ay ışığına bıraktığı saçla
Bir başka şiirinizde: (…) camlarda buğulu kadın gözleri/ son treni gelmez hayatın/ eski bir sevdayı anımsatan karanfiller/ taç yapılır alnına bir serabın
Ve son olarak: (…) akşamdı nehir/ bukleleri albenili bir kadın gibi/ akardı kalbime
Bu bir şairin beslenme noktası mıdır? Karıştırsak diyorum daha neler çıkar beslenme çantanızdan acaba?


Aşk izlekli şiirlerimden yola çıkarak yaptığın yorumların doğruluğu beni şaşırtıyor. Geçmişte ve bugün aşk arayışımda yorumladığın durumlara uygun bir seyir söz konusu. Tam aşkın tarafı olan kadına dokunmaya ramak kalmışken, nedense tam o anda geri adım atıyor ve o kadından uzaklaşmayı tercih ediyorum. Sanki dokunduğum anda aşkın gizemi, büyüsü ve hazzı kaybolacak sanısı. Bazen aşkı bir ‘Yalancı Şafak’ esprisi içinde ‘hüsranla’ yaşadığım durumlar da söz konusu. Bir de uç bir örnek ama, Verlaine’in dizesine benzer bir durum da aşikâr kılıyor: “Başka bir hayattan tanıyorum belki bu kadını.”

Son yıllarda şiirde mistisizmin, dini öğelerin ağır basmasının ve 80 dönemi şairlerinden birçoğunun muhafazakâr şiire kendilerini açmalarını ve bu kulvarda şiirlere yer veren dergilerde sıklıkla yer almalarını neye bağlıyorsunuz? Bu siyasi iktidarın edebiyat üzerinde de etkin olduğunun bir göstergesi midir? Yoksa edebiyatta sürekli tutunmak ve barınmak kaygısının getirdiği bir tedirginlik midir?

Mistisizm konusunda ‘Varlık’ dergisinde Yıldız Ecevit, hatırladığım kadarıyla Batı şiirinin mistisizmden yeteri kadar beslendiği halde, modern şiirimizde mistik izleklerin büyük ölçüde şairlerimizce kabul görmediğini söylüyordu. “Batı şiiri İsa’nın pınarlarından kana kana içmiştir.” sözünü hatırlıyorum. Bizde çok uzak bir geçmişte bir travma da söz konusu. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, “Osmanlıdaki egemen Sünnî akide kendini sanata, edebiyata muhtaç hissetmemiştir.” Özellikle bu durum, bu aşırı güven, nesir ve resim için daha doğru olmakla birlikte edebiyatın gelişimini de olumsuz etkilemiştir. Puşkin, Goethe, Rilke, Hazreti Muhammed için şiirler yazmıştır. Ben insanî konum ve durumları yansıtmak için mistik, metafizik imgeler kullanıyorum .Bunun dışında mistisizm ve dinin Ortodoks yanıyla derin ve güçlü bir bağım yok. İsa ve Hazreti Hüseyin’de mazlumluk ve acı durumlarını yansıtmak istedim. Yusuf Peygamberi konu eden şiirlerde kardeş kötülüğünden yola çıkarak ‘muhannetlik’ olgusunu açımlamak istedim. Örnekleri çoğaltabilirim. Hazreti Meryem’in bir adı da Mater Dolares’dir (Acılı Anne). Toplum ve güç odakları annelerin döktüğü gözyaşlarına ve acılarına karşı duyarsız. Oysa uygarlaşan toplum ve dünyada ‘merhamet’ duygusu daha hâkim bir duygu olmalı. 1980 sonrası şairlerinin muhafazakâr dergilerde de görülmesini ‘çıkar sağlama’ amaçlı görmüyorum. Kültür dünyamız son yirmi yıldır Doğu’ya daha çok açıldı. Bir de belli izlekleri yinelememek için böylesi bir çözümü yeğlemiş de olabilirler. Bana gelince; ben mistik, metafizik izlekli şiirlerimi ‘ilerici-solcu’ tanımına uygun dergilerde yayımladım. Yirmi yıldır sadece ‘Dilek Ağacı’ adlı şiirim yayımlandı ‘Kaşgar’ dergisinde. Yayımlandığı için de mutluyum. Bu tavrımın da doğru olduğunu düşünüyorum. Sağcı ya da İslâmcı nitelemesine uygun tek bir şair arkadaşım yoktur. Arkadaşım olan şairler ‘solcu’ şairlerdir. Siyasal iktidarla edebiyat ilişkisine gelince; Atatürk’ün devrimleri kadar önemli bir sözü geliyor hatırıma: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” Bir ütopya, bir gelecek öngörüsü ve projesi, bir umut olsa da… Atatürk’ten sonra İnönü dönemindeki ‘tercüme’ hareketi bir yana, siyasî iktidarlar edebiyatı, şiiri ‘sakıncalı piyade’ olarak, hatta bazen, ‘Beşinci kol faaliyeti’ olarak algılayıp şiire, şaire, edebiyatçıya karşı hasmane bir tutum sergilemişlerdir. Zaten Türkiye yakın zamana kadar düşünce özgürlüğü konusunda ‘Demirperde ülkeleri’nden daha baskıcı, ‘polis devleti’ne özgü kurallarla baskıcı bir yönetim anlayışında olmuştur. Siyasî parlamentarizmin vasat mihverine irtibatlı bir sanat ve edebiyat, zaten düşük yoğunluklu bir etkinlik olmaya yazgılıdır. Popüler kültürün vitrinindeki ‘güzafe’ mallarla gerçek şiiri karıştırmamak lâzım. Vasatın grameri, siyasal iktidarların sevdiği bir gramerdir. Bir de çok sihirli bir cümleleri vardır: “Halkımız bunu istiyor.” Daha kolay maniple edebilmek için, halkın bilinçlenmesi, beğeni düzeyinin yükselmesi, iktidarların istemediği bir durumdur. Özel televizyonlar bir yana, TRT gibi önemli bir kamu kurumu, daha rafine bir yayımcılık yapması gerekirken, durum ortada… Yine de umut şiirde ve şairde…

Yeni şiirlerinizin birinde “İsa mıydı ruhuma üç çiviyle saplanan acı” dizeniz dikkatimi çekti. Özellikle son zamanlardaki şiirlerinizde İsa üzerinde yoğunlaşma, dini öğelerin sıklıkla vurgulanması ve öne çıkarılması, hayatınızda bir değişim sürecinin getirdiği bir netice midir?
Bir etkilenmenin şiire yansımasıdır? (Gerçi Kerem Denizi Zuhal Yıldızı, Hamel Burcuna Akan Nehir gibi ilk kitaplarınıza gittiğimizde; bu tasavvufi yaklaşımı, dinsel gizi ve motifleri sıklıkla görmekteyiz)


Bireysel hayat hikâyemi burada serimlemek istemiyorum. ‘Büyük acı’ olarak nitelendirilebilecek durumlar yaşadım. İsa peygamber, bizim dinimizin de içselleştirdiği bir din önderi. Elbette Allah’ın oğlu değil. Allah’ın oğlu olmaması Hazreti İsa’nın değerini azaltmaz… Dinimizce içselleştirilmiş olmasaydı bile İsa’yı severdim. Halk içinde sade ve içten bir İsa sevgisi vardır. Aynı şekilde Yusuf, Eyyüb, Nuh ve İbrahim sevgisi de… Annem çocukken “İsa Efendimiz Meryem anamız” derdi hürmetle. Annem bir Yörük kadınının sadeliği içinde severdi İsa’yı… Aynı şekilde, Hasan Hüseyin efendilerimiz Kerbelâ’da şehit edilmişti… Son çeyrek yüzyılda baskın bir hâl alan Batı’nın hiper modernitesi düşünce ve duygularımda bir şok yaşamama neden oldu. Çocukluğa doğru bir tür gerileme yaşadım.

Yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak, Gölgesiz Kandil kitabınızdaki Kim Suçlu Yargı Kimin şiirinizde de sıklıkla bu konular işlenmiştir. Şu dizeler beni derinden etkiledi. (…) taş bile gözyaşı döker taş bile/ dağını yitirdiğinde bir adam/ neden gözyaşı dökmesin Tanrı
Burada ne demektedir şair okuyucunun aklını bu kadar zorlayacak, derin etkiler bırakacak?

Bu dizelerde inancını kaybeden bir insan için Tanrı’nın da acıyıp, gözyaşı dökeceğini anlatmak istedim. Büyük ideallerini kaybeden insanların aczi için de geçerli bu söylediklerim. Elbette buradaki ‘dağ’ sözcüğü bir kutsallığı içeriyor. Dağın ululuğu belirleyici bir sıfattır. Dağ derin bir yücelmenin, ululuğun simgesi olmuştur… Bazen de ürküntü verir… Yalvaçlar, ilk müminler hep dağlardaki mağara kovuklarını mekân edinmişlerdir. ‘Ashab-ı Keyf’’, Tanrının zamanı içinde bir mağarada uykuya dalmışlardır. Geleneksel dinsel anlayışla irtibatlandırılır mı bilmiyorum; bu dünyadaki son nefesimizden sonra, asıl o zaman Tanrı’nın zamanı içinde bir boyutta varolacağımızı, ama bu dünyanın gamını ve neşatını yaşamanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Zaman zaman içinde, mekân mekân içinde, belki bir illüzyon halinde, şiir yazmakla ödüllendirildik. Edip Cansever bu ödülü doğanın verdiği görüşünde… Bense şairlerin bir anlamda seçilmiş insanlar olduklarını, kesin olmasa da, büyük bir olasılık olarak düşünüyorum. Kutsal kitaplardaki retorik hüner, şiirle mistik bir bağlantı yapmamıza imkân tanıyor. Zebur, Tevrat, İncil, Kur’an dünyayı büyük ölçüde değiştirmeyi başardıysa, şiirin gelecekte bile gücünü, etkisini sürdüreceği sonucuna varabiliriz .

Hüseyin Avni Cinozoğlu ne için yazar? Şiir yazdıran tetik noktaları nelerdir? Şiirin zamanı ve mekânı olmaz görüşünü savunmama rağmen sormak isterim: Şiiri ne zaman ve hangi mekân da yazar?

Bende şiir biraz doğaçlama oluşur .Valery’nin, “İlk mısra ilâhidir” (Le premier vers est Dieu) sözüne inanıyorum. Bir eksast ve Diyonisos durum bir vecd ve yücelme söz konusudur. Bu esintiyi beynimde ve bedenimde yaşarım. Sonra o gümrah deniz, son dalgasından sonra sükûnete erer. Bir şairin bir şiiri yazarken aldığı haz, beşerî zevklerin verdiği diğer hazlardan daha yoğundur. Vecd hâli sükûnetle nihayetlendikten sonra, sezginin yerini akıl alır; Apolloncu bir dinginlik içinde kurgu üzerine yoğunlaşır ve aşırılıkları ve pürüzleri törpülerim. En son yaptığım perdahlamadan sonra, şiirim iyi bir dergide görücüye çıkmaya hazır hâle gelir. Şiirimi gönderdiğim dergi şiirimi reddetmez. Şiirlerim üzerinde çok çalışmam. Fazla mesaiyi şiire hazırlık aşamasında sarfederim. Artık ‘Altın Vuruş’ niteliğinde olan çok iyi şiirler yazmak istiyorum. Bir hafta içinde şiirimin yazılma süreci nihayetlenir. Artık daha az şiir yazıyorum Yılda beş, altı şiir. Üç, dört dergim var. Çok sayıda dergiye dağılmıyorum. Genellikle evde gece vakti yazarım. Bu yazı ayini, güneşin ilk ışıkları şehrin kuzeyindeki dağı bir geminin küpeştesi gibi aydınlattığı vakte kadar sürer. Bir aspirin içer, uyumak için yatak odasının yolunu tutarım. Eğer gece iyi bir şiir yazmışsam büyük bir meydan savaşı kazanan bir komutanın, gururlu ve muzaffer ruh hâlini hissederim. Yine de bilirim ki yaşadığım şehirde benim şiirimi algılayacak olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Uzun saçlarımı gören küçük çocuklar şair olduğumu bir şekilde bilir ve çoğu şair olmak ister. Daha doğrusu şairliğin şiirle değil de, uzun saçla ilgili olduğunu sanmaları bu isteklerinde etkili olur.

Sizinle özdeşleştirdiğim sözcükler var yıllardır yazdığınız şiirlerden çıkardığım: (…) Size çiğdem desem/ Size berceste desem/ Size şimal yıldızı desem/ Yusuf desem/ Zerdüşt desem
Bana ne dersiniz? Ve size Safranbolu desem yoksa bana “İstanbul Safranbolu desenlidir” mi dersiniz?

ÇİĞDEM: Çocukluk. BERCESTE: Daha acı verir kanattaki yaradan. Kanat kırılmadan önce uçulan günler. ŞİMAL YILDIZI: Köy, harman yerinde geceleyin harmanı beklerken yıldızlı gökyüzünü seyretmek… YUSUF: (Ben) - Geçer yakışıklı Yusuf şehrin çarşısından. Göğsünden bir düğme daha çözer Züleyha. ZERDÜŞT: Delilerin erdemi olmasa da erdemli bir deli. Deliliğin gururundan bilgelikle kurtulan biri. SAFRANBOLU: Anılarımla köprü kurdum iki şehir iki yalnızlık arasına.

2006 yılında yayınlanan şiirlerin Türk Edebiyatına nasıl bir soluk getirdiğini düşünüyorsunuz? Bugün genç nesle baktığınızda diğer şair üstatlarımız gibi sizde karamsar mısınız? Yoksa bu konuda arkını bulan suların olduğunu ve günden güne daha yoğun aktığını mı düşünüyorsunuz?

Baki Ayhan T., İktisatçı düşünür Ricardo’nun ekonomi bilimiyle ilgili bir teorisinden yola çıkarak şiirde de ‘Azalan verimler yasası’nın geçerli olduğunu öne süren Cemal Süreya’dan aldığı işaretle, 80 şiirinin yorulduğunu, yeni bir ayak değiştirmenin zorunluluğuna dikkati çeker yerinde bir gözlemle. Ama bir tasfiye söz konusu ise, bu tasfiye 80 şiiri için olmamalıdır. 80 şiirini kütlesel alarak içselleştirmeyen bir yenilik, ‘ölü’ doğmaya mahkûmdur. Bir değişimin arefesindeysek, bunun işaret fişeklerini ateşleyip öncülük edecek şairler genç şairlerdir. Bir makalemde belirttiğim gibi, Cemal Süreya ‘Üvercinka’yı genç yaşta, Necip Fazıl ‘Kaldırımlar’ı yirmi yaşında yayımlar. ‘Garip’ beyannamesi yine genç yaşta bir şair tarafından ilân edilir. ‘835 SATIR’ genç Nazım’ın kaleminden çıkmıştır. Şiirimizin geleceğini de gençler belirleyecek. İsim zikretmenin riskleri olmasına rağmen ÖNCÜLER olarak şu isimleri sayabilirim: Baki Ayhan T., Şeref Bilsel, , İbrahim Tenekeci, , Hayriye Ersöz, Mehmet Can Doğan, Alper Gencer, Mehmet Erte, Mustafa Fırat, ŞİİRİ KRİSTALİZE OLMA AŞAMASINDAKİLER: Ozan Öztepe, Hülya Deniz Ünal, Mustafa Ergin Kılıç, Veysi Erdoğan, İlhan Kemal, Ertan Yılmaz, Mehmet Ersoy, Müesser Yeniay, Nur Sicimoğlu , Betül Dünder, Efe Murat, Berna Olgaç, Neslihan Su, Onur Tekin.Emel Güz, Ama şu var ki bu şairleri besleyecek ana havuz 80 şiiri.Yeni bir harmanın hasadı için 80 şiirinin verimli toprağını çapalamak zorundalar. Şiiri kristalize olan arkadaşlar için en azından bir on, on beş yıl beklemek lâzım. Yetenek ve çalışkanlığı birleştiren gençler, maratonu başarıyla tamamlayacaklardır.

Son dönemlerde kendi şiirimi tanımlamak için kullandığım Modern Elit Dinamik şiir kavramında, şiirin şöyle olması gerektiğini savunmaktayım: “Dinamik şiir edebiyattaki mekanikleşmenin, körleşmenin, kısır döngünün, hamlamanın karşısındadır. Tutucu değil akıcıdır. Durucu değil durulayıcıdır. Susucu değil yankıcıdır. Susturucu değil tetikleyicidir. Sakinleştirici değil coşturucudur.” Ve buna ilaveten “Dinamik şiirin temeli, kendini sürekli yenilemesine dayanır. Değişkendir, çağdaştır, sürekli devinim halindedir. Yenilikçi ruhu yüzünden her şiirde farklı bir izlek, her şiirde faklı bir soluk sürer. Şaşırtmaya devam eder.” Buradan şunu imlemek istiyorum. Şair her şiirinde yeni bir şiirin peşinden mi koşmalıdır? Özgün arayışlara mı girmelidir? Yoksa hayatı boyunca tek bir şiiri tamamlamak için mi yazmalıdır? Aynı şiirin izini mi sürmelidir?

Sevgili Mustafa, sen şiirde mühendislik çalışması yapan bir şairsin. Biçimsel konstrüksiyonları çok deniyorsun. Ne yazık ki bir çok genç arkadaş benzer ‘egzersiz’leri ihmal ediyor. Bence şairi besleyen iki, üç ana damar vardır. Edip Cansever’in dediği gibi, acemilik döneminden sonra, kalfalık ve ustalıkta yüzeyde görünen düzlemde küçük değişiklikler, nüanslar denebilir. Meselâ Abdülkadir Budak’ın külliyatına baktığınızda olumsuz bir değişim yoktur; adeta tek bir şiir yazmıştır. ‘Kişilik’” dediğimiz budur. Bazı durumlarda kusursuz şiir yazmak risklidir. Şair gerçekten yetkin bir üslûba ulaşır, mükemmel bir ses yakalar. Ama ustalık rutinleştiğinde tehlike o zaman baş gösterir: Şair o anı sezmeli, özgünlüğünü aşarak yeni bir tavır belirlemeli. Bu anda şair devrimci bir girişimde bulunmalı, terekenin büyük bölümünü reddederek koyulmalı yola…

Ben karamsar değilim; genç şairler önemli bir şiir yazıyor… Belki şiirlerinde ‘düşünsel’ bir ağıntı olmalı; toplumsallığı da göz ardı etmeden yürüyüşe devam etmeliler. Virajlarda dikkatli ve kaza yapmadan! Teşekür ederim.

Hiç yorum yok: